30 Temmuz 2010 Cuma

1 Ağustos - 8 Ağustos -> Hırvatistan :)

Evet, daha önce bu konuda yazmıştım ama o zaman Dubrovnik olarak düşünmüştük.

Şimdiyse olaylar bayağı değişti ve bugün sonunda her türlü organizasyonumuzu yaptık ve finalize ettik.

Ekip çok güzel, birbiriyle tatil yapmaya alışık ve birbirinin nazını çeken insanlardan kurulu.

Sevgili dostum Yekta ŞEN, eşi Belgin ŞEN ve Belgin'in biricik kızı Bade. Sonra, benim 35 yıllık vefakar dostum Recep SÖZER ve sevgili eşi Deniz SÖZER. Ve tabi biricik sevgilim Pınar AKDENİZ.

Yedi kişi kararımızı verdik, ve Dubrovnik'ten başlayarak, Zadar'a kadar kiraladığımız bir araç ile Hırvatistan'ın Dalmaçya bölgesini ziyarate gidiyoruz.

Bunun anlamı sizlere dönüşte oldukça güzel fotoğraflar ve gittiğimiz her yer ile ilgili detaylı bilgiler geliyor olacak. Elimden geldiği kadar bizim izlediğimiz rota üzerinde ne var, ne yoksa yazmaya çalışacağım.

Bizim turumuzda en başında bilmeniz gereken, biz bir Tur şirketi ile gitmiyoruz. İnternetten bulduğumuz bir acentanın ve bu acentada çalışan sevgili Seden Kızılörs'ün yardımları ile sadece uçak bileti aldık, bize maliyeti de 360 Euro kişi başı Gidiş-Dönüş. Bu bir charter seferi, yani özel kiralanmış uçak. Seden'ler bizim dışımızda Dubrovnik turunu kalmalı olarak satıyorlar, maliyetini bilmiyorum ama sanıyorum 699 Euro'dan başlayan turlar. Biz sadece uçak biletini aldık.

Sonra oturduk, plan yaptık ve Dubrovnik'i inceledik, soruşturduk, yine Seden bize bu konuda yardımcı oldu ve Dubrovnik'te sadece 1 2 gün kalmaya karar verdik. O yüzden de herhangi bir otel rezerasyonu da yapmadık. Araba kiralayacağımızı düşünerek de gideceğimiz yerler hakkında bilgi toplamaya çalıştık.

En son geçen hafta programı da oluşturduk, ama bu sefer araba bulmakta çok zorlandık. Neyse ki şansımız yaver gitti ve ve bir tane 9 kişilik Citroen Jumper kiraladık. Aynı kişiye yer konusunda yardımcı olup olamayacağını sorduğumda, sağolsun ona da yardımcı oldu ve oldukça ucuza bir de pansiyon ayarladık. Arabanın maliyeti 745 Euro ( herşey dahil, 6 günlük fiyat ), odaların fiyatı da sadece oda başına 35 Euro :)

Yani anlayacağınız gerçekten çok şanslı başladık geziye. henüz program yaparken bile pozitif enerjimiz bize yardımcı oldu ve İzidor Ancani ( kiraladığımız Hırvat ) bizim neredeyse umutsuzluğa kapıldığımız anda hem araba olayımızı, hem pansiyon olayımızı 10 dakika içinde çözüverdi.

Şimdi artık bize gitmek kaldı. Çok yoğun bir program hazırladık. Dubrovnik'ten Zadar'a kadar oldukça keyifli bir program yaptık, adalar ve konaklayacağımız yerleri, şehirleri  toparkladık, bilgileri aldık.

Hayırlısı ile 1 Ağustos'ta seyahata başlıyoruz, sabah 05:30 uçağı ile Atatürk Havalimanından ve  saat 07:30 gibi ( oranın saati ile 06:30 ) Dubrovnik havalimanına iniyoruz.

Sonrası mı ...onu ben de henüz bilmiyorum, bakalım herşey planaldığımız gibi gidecek mi :)

9 Ağustos 2010 tarihinde görüşmek üzere....

Sevgilerimle,
Haluk
30.07.2010 16:00

24 Temmuz 2010 Cumartesi

2010 - Türk Filmlerinden seçmeler .....

Uzun bir süredir Türk Filmi seyretmemiştim. Geçen gün videocumdan Türk filmlerinden bir derleme yapıp aldım ve geçen hafta seyretmeye başladım.

Açıkçası şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Bu kadar başarılı filmler olacağını beklemiyordum. Çekimlerden, oyuncu performanslarına kadar bir çoğunu oldukça beğendim.

En hoşuma giden şey ise, gerçekten çok güzel konular bulup işlemişler.

Ben de düşündüm, sizlere kısacık özetleriyle birlikte bu seyrettiğim ALTI filmi tavsiye edeyim dedim.

BÜŞRA : EN çok beğendiklerimden birisi oldu. Oyuncular da mükemmel, performansta. Konu bugünün Türkiye'sinin ana sorunlarından birisi olan TÜRBAN.

Filmin özetine gelince; Muhafazakar ve oldukça varlıklı bir aile’nin kızı olan Büşra, kitaplarından tanıdığı ve sonrasında aşık olup kendisini ailesi ve sevdiği adam arasında sıkışmış halde bulacağı bir başlangıca adım atmıştır. Dini hassasiyetleri yüksek ve güçlü bir maneviyatın sahibi Büşra, aşık olduğu liberal, nihilist yazar Yaman ile akıl almaz bir aşk yaşamaya başlar. İki zıt kutbun insanları ve Büşra’nın tutucu ailesi arasında gitgeller ikiliyi oldukça zorlayacak gibidir.


AY LAV YU : Komik ve düşündürücü bir film, ben çok beğendim,

Filmin özeti; Amerikalı ve Türk ailelerin karşılaşmasıyla başlayan film, Kürtçe'de yok anlamına gelen "Tinne Köyü"nde geçiyor ve Amerikalı bir anneyle Anadolulu bir anne arasında bir fark bulunmadığının altını çiziyor. Anadolu'da ikamet ettikleri topraklarının bir adı olmayan, muhtarları, sağlık ocakları, okulları ve resmi kimlikleri olmayan, köy bile sayılmayan topraklar üzerinde nüfus cüzdanları bulunmadan yaşayan insanların varlığına dikkat çekiyor. Politik ve sert bir konuyu duygusal ve komik bir dille anlatan filmde Amerika'nın 11 Eylül saldırıları da ele alınıyor. Aylavyu filminin çekimleri Hasan Keyf'te ve Mardin'in köylerinde gerçekleşiyor. Filmin teması gereği Türkçe, Kürtçe, Süryanice ve İngilizce dilleri yer almakta.

MELEKLER ve KUMARBAZLAR : Bence 10 numara bir film. Tamam biraz iç karartıcı, biraz depresif ama GERÇEK. O depremin mahvettiği hayatları görüyorsunuz, filmi depremi yaşayan ve maalesef yakınlarını kaybeden arkadaşlarım daha iyi anlayacaktır. O yaşanılan travma, kaybedilenlerin acısı, bugün bir çok insanın benzer yaşamlara itti. Bir çok insan psikolojik sorunlar yaşadı. Dediğim gibi filmi belki biraz karamsar ve iç karartıcı bulabilirsiniz ama sonuna kadar seyretmeye değer bir film olarak görüyorum.

Filmin özeti; 19 Ağustos 1999 tarihinde olan depremden sonra Adapazarı’nda dört yakın arkadaşın yaşadığı travmaları, geleceğe dair umutlarını, arayışlarını ve tutkularını anlattığı gerçek bir yaşam hikayesi olan “Melekler ve Kumarbazlar” adlı sinema filmini yönetmen “sert bir taşra filmi” olarak tanımlamaktadır.

SES : Yine bence oldukça başarılı bir film. Oyunuclar da gayet güzel oynamış. Beğendim.

Filmin özeti; Derya bir bankanın çağrı merkezinde çalışan ve annesi birlikte yaşayan bir genç kızdır. Derya'nın rutin giden hayatı gaipten duymaya başladığı bir sesin ortaya çıkmasıyla altüst olur. Genç kız başlangıçta sesi duymazlıktan gelmeye çalışsada se kısa sürede genç kızın hayatını kontrol etmeye başlar. Derya'dan işyerindeki patronu Onur'u takip etmesini isteyen ses Genç kızın hayatını giderek korkunçlaşan bir kabusa çevirir.

UMUT ADASI : Konusu biraz tandıdık bir film ama oyuncu seçimleri çok iyi. Çekimler çok iyi olmamış ama konuyu aktarmaya yetiyor.

Filmin özeti; Farklı sınıf ve kültürdeki çoğunluğu genç insanlar, yaşama başka bir yerden yeniden başlamak için İngiltere’ye doğru umut yolculuğuna çıkar. Kimi işlediği bir suçtan kaçar, kiminin hayali zengin olmaktır, kimi çocuğuna daha rahat bir gelecek sunmak ister, kimi yeni lisan öğrenmek ve ailesine ekonomik anlamda yardım etmek. Kimileri ise sadece macera için bu arayışa yönelmişlerdir.

DÜN GECE BİR RÜYA GÖRDÜM : Oyuncuları ve konusu ile çok güzel bir film, özellikle bugün gündemde olan gençlerimizin uyuşturucu alışkanlığını güzel sergilemişler. Aşk ile ilgili de güzel replikler var.

Filmin özeti; Uyuşturucu bağımlısı bir kız olan Lale  ile, küçük bir kasabadan gelip, İstanbul’da bilgisayar mühendisi olmuş, idealist ve kendince oluşturduğu katı doğrularla yaşayan Deniz  arasındaki aşk hikayesi anlatılıyor... Lale’nin haberi olmadan, O'na karşı tutkulu bir aşk yaşayan Deniz, günün birinde hiç beklemediği bir şekilde kendini Lale’nin evinde ve Lale’nin yanı başında bulur. Bir sabah gözlerini açtığında, uzun zamandır sevdiği kızın evinde olduğunu gören genç adam, yaşadığı şeyin bir rüya olduğunu düşünmektedir... Aşk, insana, her şeye rağmen, hayata yeniden başlayabilme gücü armağan eder.
 
Keyifli seyirler dilerim....
 
Sevgilerimle,
Haluk
24.07.2010 11:00

23 Temmuz 2010 Cuma

Dubrovnik ... bekle bizi geliyoruz :)

Ve mutlu son :)

Sonunda tatil için kararı dün gece Ortaköy'de verdik ve uçak biletlerimizi aldık.

Pınar ile birlikte sevgili dostlarımız Recep, Deniz, Yekta, Belgin ve Bade ile dün gece yaptığımız toplantı sonucunda tatil için HIRVATİSTAN'ı seçmeye karar verdik. Biletlerimizi bugün hallettik ve Allah'tan büyük bir mani çıkmazsa hep birlikte 1 Ağustos Pazar sabahı saat 05:35'te Dubrovnik'e uçuyoruz. 8 Ağustus Pazar sabahı saat 07:35 uçağı ile de dönüyoruz.

Aslında bu birlikte geçireceğimiz tatilin bir hikayesi var, kısaca biraz bahsetmek istiyorum.

Bundan üç dört ay önce Recep ile birlikte tatili birlikte yapalım kararı almış ve Adriyatik kıyılarına gidelim demiştik, ama bir takım bazı talihsiz olaylardan dolayı tatil planımızı ertelemiştik.

Geçen hafta sonu Yekta ve Belgin ile birlikte İğneada'da tatil planlarını konuşurken, benzer durumları Yekta ile Belgin'in de yaşadığına şahit olduk. Onlar da önce Yunan Adaları, sonra Mısır, sonra Türkiye içinde tatil köyü falan derken, Kıbrıs Salami Bay'a gitmeye karar vermişler.

Oraya ödeyecekleri meblağı duyunca, Pınar ile birlikte o paraya değmeyeceğine, aynı paraya, hatta daha ucuza Yurt Dışı turlarına katılabileceklerini konuştuk, biz güya onlara yol gösterirken, önce Hırvatistan, sonra Bangkok' döndük, gecenin heyecanı ile de bir baktık ki biz de gidiyoruz, ya durun belki Recep'ler de gelir dedik, aradık, tamam uyarız dediler.

Döner dönmez Yekta, Belgin, Bade ve ben, öncelikle Bangkok turlarını araştırdık ama hüsran, çok pahalı. Sonrasında da Hırvatistan turlarını araştırdık.

Ama yine hüsran, çünkü en ucuz tur 700 - 800 Euro'dan başlıyor.

Yurt Dışı tecrübelerimize bakarak, sadece uçak bileti alıp, biraz maceracı bir tatil fikri oluşturunca, en son kararı vermek üzere dediğim gibi dün toplandık. Tura katılacak yedi kişinin de sonuçta aynı doğrultuda olması lazım ki, sorunsuz ve stressiz bir tatil yaşayalım.

Aynen düşündüğümüz gibi oldu, internetten bulduğumuz bir şirketten biletlerimizi, orada kiralayacağımzı aracı ve yapacaklarımızı anlatan  minik bir sunu hazırladım, dostlarıma sundum, on dakika sonra  7 de 7 kabul oyu ile mutlu sona ulaştık :)

Şimdi, bir haftamız var hareket için, eminim bugünden itibaren hepimiz Hırvatistan ve Adalar hakında oldukça detaylı bilgiler toplayacak, gezi rehberleri alınacak. Bloglar okunacak.

Macera dolu bir tur olacak dedim, çünkü hepimiz sadece bir sırt çantası ile çıkmaya karar verdik, bir tek otel rezervasyonu yapmadık, nerede kaç gün kalacağımızı bile bilmiyoruz. Bildiğimiz tek bir şey, 1 Ağustos Pazar sabahı bu yedi kişi Atatürk Havaalanından 05:35'te Dubrovnik'e uçuyor :)

Döndüğümde detaylı seyahat notları yazacağıma emin olabilirsiniz ve tabi ki ekinde yüzlerce çekilmiş fotoğraflar eşliğinde.

Sevgilerimle,
Haluk
23.07.2010 11:30

22 Temmuz 2010 Perşembe

Çok mutluyummmmmmmmm....

Neden bu kadar mutlusun, hayırdır ne var dediğinizi duyar gibiyim :)

Mutluyum çünküüüü, oğlumun Schengen vizesi geldi ve canım oğlum Hazar, yarın sabah yani 23 Temmuz 2010 günü sabah uçağı ile merkezi Mönchengaldbach'ta olan benim çalıştığım firmanın ana merkezinde -Scheidt & Bachmann - iki aylığına staj yapmak için gidiyor.

Bunu organize etmek için epey bir uğraş verdiğimiz içinde , elde edince çok mutlu oluyor insan.

Hazar bildiğiniz gibi Sakıp Sabancı Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği son sınıfta, kısmetse 2011 Temmuz'un da bitirecek. Bir kaç dersi kaldı, biraz keyiften okuyor bu sene, belki sıksa kendini bu dönemde bitirebilirdi, ancak okumaya devam etmek istedi, belki de son sene artık üniversitesinin keyfini sürecek, sürsün, hak etti bunu.

Bu stajın hikayesine gelince;

Bundan iki üç ay önce Hazar'a Scheidt & Bachmann firmasında staj yapmak isteyip, istemediğini sordum. O da yapmak istediğini söyleyince, hemen Genel Müdür Martin Kammler'e bir mail attım. Scheidt & Bachmann 137 yaşında bir Alman firması, yani en köklü Alman firmalarından bir tanesi, Akaryakıttan Tren sinyalizasyonuna, Otopark sistemlerinden Otomatlara kadar geniş bir ürün yelpazesi var. Fabrikada, yani Mönchengladbach'ta 1600 çalışanı var, 30 ülkede de temsilciliği, ben de biliyorsunuz Türkiye'de aynı firmanın Operasyonlarını yönetiyorum. 

Oldukça fazla staj talebi almalarına karşılık, sadece 100 öğrenciye staj olanağı veriyorlar, yani bu konuda oldukça seçiciler. O yüzden oldukça umutsuzdum, ancak hemen ertesi gün Sayın Kammler geri döndü ve Hazar'ı staj için kabul ettiler, görevi tanımlandı, nerede çalışacağı, ne yapacağı. Bir kaç hafta içinde Hazar'ın her şeyi tamamlandı.Bu konuda tabi ki Eray'cığım da çabalarını asla unutamam.

Bu sırada bir güzel haber daha geldi, staj için para ödemeyeceklerdi ama Hazar'a bir daire vereceklerdi. Yani biz ucuz otel veya diğer şartları  düşünürken, sağolsunlar Hazar'ın kalacağı yeri de ayarladılar.

Sonra, evet sonra Schengen vizesi gerekti. Tam bir aydır uğraşıyoruz, evrakları veriyoruz, ilave evraklar isteniyor. Bu arada aldığımız uçak biletinin de sürekli zamanı geçiyor. En son 23 Temmuz'a biletini değiştirdim, evrakların hepsini de 14 Temmuz'da teslim ettik, bekliyorduk...

Bir gün, üç gün beş gün derken, ben ümitsizliğe kapıldım, 23 Temmuz'a da yetişmeyecekti, bugün tekrar telefon edip THY'dan 23 Temmuz'u 27 28 Temmuz'a atmayı planlıyordum ki, dün akşam üstü vizesi geldi. Bugün de yeni biletini alacağız ve Allah'tan bir mani çıkmazsa, Hazar'cığım yarın sabah Düsseldorf'a uçacak.

Sonra mı, sonrası artık oradaki değerli arkadaşlarım Eray ve Özgür'ün yardımlarıyla hallolacak. Zaten çalışacağı ortam Eray ve Özgür ile yan yana.

Dedim ya, çok mutluyum çok, Bu kadar büyük bir firmada yapacağı staj, öğrenecekleri oınun iş yaşamına atıldığında mutlaka çok faydalı olacaktır. Umarım he şey düşündüğümüz kadar güzel, keyifli ve verimli olur.

Canım oğlum şimdiden başarılar diliyorum sana, ve sevgili dostum Eray ve Özgür, ikinize de çok ama çok teşekkürler.

Sevgilerimle,
Haluk
22.07.2010 o9:30

Suçlu kim?

Yine sahnede Galatasaray ve Fenerbahçe.

Taraftarların, medyanın futboldan çok kavga beklediği, özlediği, yarattığı  bir derbi.

Görünüşe göre bir futbol maçı, ama bir çoğumuzun bildiği gibi bir futbol maçından çok resmen bir kan davası.Yenmenin, yenilmenin neredeyse hayati önem taşıdığı bir maç.

Dünyada en çok izlenen, beklenen derbi olmasının getirdiği hava her iki kulüp açısından da önem taşımasının yanı sıra, alınan galibiyetlerin ve mağlubiyetlerin her zaman önemli olduğu ve bir takım stratejik kararların alınmasına vesile olan bir derbi.

Ama nihayetinde diğer bütün maçlar gibi bir maç.

Senelere dayanan ezeli rekabet demeyi çok iyi biliyoruz ama bu ezeli rekabeti bu noktalara taşımaktan da çekinmiyoruz. Bir dostluk maçı adı altında oynanan maça bakıyorsunuz. Seyiricisinden futbolcusuna kadar herkes agresif, herkes sinirli.

Alex demiş, dostça geçmez diye, şimdi Alex haklı diyor bütün gazeteler. Türkiye'yi temsil eden bu kadar büyük iki kulubün maçları neden bir futbol resitali olarak görülemiyor? Neden her maç öncesi, sonrası bu kadar gergin geçer? Bunun suçlusu kim?

Bana göre bunun suçlusu, birinci sırada YÖNETİCİLER, ikinci sırada ise MEDYA, futbolcu ve taraftarlar belki sonra geliyordur.

Futbolu bir endüstri olarak kabul ediyoruz artık, sprou geçti, bütçelerinin doğrultusunda milyon eurolar vererek futbolcu transferi yapanların bu paraları bir yerden çıkartması gerek. Nereden çıkacak bu para? Tabi ki seyircilerden, taraftarlardan. Kombine satışları, aksesuar satışları, vs .

Buraya kadar tamam ama şu var ki, Futbol madem artık bir endürsti, siyasetten bağımsız düşünülemiyor. Siyasette ne vardır? Öncelikle gerginlik yaratma vardır, her parti kendisi dışındaki partilere verir veriştirir, ekonomi kötü gidiyorsa, bunu unutturmanın yollarını arar, bu tarz politikalarda da Vatan Millet Sakarya politikası çok itibar görür. Millet herşeyini unutur, buna odaklanır.

Peki MEDYA ne yapar bu strateji de? O da görevini üstlenir, haberler, manşetler, uzmanlar derken olay bütün medyada canlı tutulur. Bu arada ekonomi, işsizlik vs vs her şey unutulur.

Biz bunları yaşadık, zam haberleri nedense hep önemli olaylardan bir gün sonra duyurulur, Türkiye Dünya Kupasında oynarken, bütün millet maçlara o kadar odaklanmıştı ki, her maç sonrası yapılan zamları kimse umursamadı, o sırlarda Türkiye'de ne oluyora kimse bakmadı.

Özetle, benim için o kavga eden taraftarlar değil suçlu, futbolcular da değil, yönetici ve medyadır bana göre bizleri bugüne getiren.

İşin komiği de ne biliyor musunuz?

Taraftarlar birbirini döver, söver, taş atar. Onlar yakalanır, tutuklanır veya maçlardan men edilir. Yöneticiler ne yapar? Yan yana gelir, davetlerde sohbet eder, futbolcular maçtan sonra kardeş kardeş birbirlerinden özür diler, hatalıydım, yapmamalıydım der. Sonra ....sonra hiç bir şey değişmez.....

Olan benim garip vatanadaşıma olur ve biz sonra aynı hikayeyi baştan tekrar seyrederiz .....

Sevgilerimle,
Haluk
22.07.2010 08:30

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Tavsiye - Dupnisa Mağarası ve Bulanıkdere

Daha önceki yazılarımda sizere İğneada'ayı ve İğneada'yı kendimizce nasıl keşfettiğimizi anlatmıştım. Dupnisa Mağaralarını da o zaman görmüş ve ziyaret etmiştik ama  hakkında o zaman yazı yazmamıştım.

Geçtiğimiz haftasonu yine Yekta, Belgin, Üner, Esin ve Hazar'la birlikte İğneada'daydk. Bu sefer Pazar günü biraz erken çıkıp yakın yerlere doğa keşif gezisi yapalım dedik. Üner'ler katılamadı, biz Yekta ve Belgin'le keşife başladık.

İğneada'da bildiğiniz gibi yedi tane göl var, ne meşhurları da Mert ve Erikli gölü. Ancak, bu göllerin yanı sıra inanılmaz bir doğası var. Istranca Dağı ve orman, dereler, bitkiler var. En güzel deresi olarakta Bulanıkdere gösteriliyor.

Bulanıkdere İğneada'ya varmadan hemen solda geride kalan 4 göl ile birlikte orman içerisinde. Derin olmayan sıcacık suyu, yemyeşil ormanı ve bitkileri ile içinde rahtalıkla gezebileceğiniz bir yer. Orman içi oldukça serin.

Bulanıkdere'den sonra Dupnisa Mağaralarına gittik. Mağara hakkında kendi izlenimlerimi yazayım, sonra sizlere internetten topladığım biraz daha kültürel bilgiler aktaracağım.

Herşeyden önce mağaraya giderken mutlaka üstünüze kalın bir şeyler almanız lazım, çünkü dışarısı cehennem gibi yansa da mağara içi oldukça soğuk. Ve tabi inanılmaz bir doğa şaheseri, her tarafta beyaz ve kahverengi ağırlıklı taşlar, sarkıtlar, mermer ve adını bilemediğimiz bir çok şey.

Mağaranın girişi ve çıkışı farklı. Girişte 2 TL ödüyorsunuz, çıkıştan sonra da dağdan hafif bir trekkingle iniyorsunuz. Hani öyle çok dikkatli bir şekilde her şeyi incelemezseniz sanıyorum yarım saat ile bir saat arasında mağarayı gezebilirsiniz.

Mağarada bir kaç yarasa var ama aşağıda yazacağım bilgilerden de anlayacağınız gibi, turizme açılmayan bölümünde binlerce yarasa yaşıyormuş. Bu açık bölümde en fazla bir kaç tane görebilme şansınız var.

Evet, genel olarak benim yazacaklarım bunlar, isterseniz biraz da CNN'in 2009 senesinde yapmış olduğu gezi sonrası yazdıklarına göz atalım;

Dupnisa mağara sistemi, Istranca Dağları'nın derin vadilerle yarıldığı Demirköy ilçesine bağlı Sarpdere köyü yakınlarında bulunuyor. İkinci Jeolojik Zaman'a ait, yaklaşık 180 milyon yıl önce oluşmuş mermerler içerisinde gelişen mağaralar, birbirine bağlı iki kat ve üç mağaradan oluşuyor.Toplam uzunluğu 2720 metre olan sistemin üst katını Kuru ve Kız mağaraları oluşturuyor. Gelişimini tamamlamış bu mağaralardan 50-60 metre aşağıda Sulu Mağara yer alır. İçinden devamlı bir yer altı nehri akan ve deniz yüzeyinden 345 metre yukarıda giriş ağzı bulunan bu mağaranın toplam uzunluğu 1977 metre.

Son noktası ise girişten 61 metre daha yukarıda bulunuyor. Kız Mağarası içinde yaşayan yarasaların yoğunluğu nedeniyle turizme tamamen kapalıdır. Sulu mağaranın 250, Kuru Mağara'nın ise 200 metresi turizme açıktır. Yarasaların olmadığı Kuru Mağara ise yılın 12 ayı turizme açık bulunuyor. Dupnisa'nın Kız Mağarası olarak bilinen bölümünde yaşayan 11 türden yaklaşık 60 bin yarasanın kış dönemini geçirmesi ve üremesi için 15 Kasım ile 15 Mayıs arasında ziyarete kapalı tutuluyor. Dupnisa'nın Sulu ve Kuru mağara bölümleri ise yıl boyunca ziyaretçilere açık tutuluyor.

Dupnisa mağara sisteminde 11 yarasa türü ile 184 mağara omurgasızının yaşaması önemli bir yer altı habitatı olduğunu gösteriyor. 2003 yılında ziyarete açılan, Türkiye mağara literatüründe en bilinen mağaralar arasında yer alan Dupnisa mağaralarının içinde, sürekli akışa sahip yer altı nehri ve bu nehrin oluşturduğu, derinliği yer yer 2 metreye ulaşan göletler bulunuyor. Kuru ve Sulu mağaralarda süt beyazdan kırmızı ve kahverenginin her tonunda renge sahip dev sarkıtlar, dikit ve sütunlar ile perde bayrak taşları ve damla taş havuzları yer alıyor.

Sevgilerimle,
Haluk
21.07.2010 09:00

Örümcek ağı ....

Geçen akşam Pınar ile bahçede yemek yedik, hava aydınlıktı, yemekten sonra sohbet ederken gözümüze iki tane örümcek ilişti, harıl harıl çalışıyorlar. Yakından inceleyelim dedik, yakından bakınca incecik ipleri ile ağ oluşturmaya başladığını gördük.

O sırada Pınar yeni yaptığımız Ortaköy blogunun orada da bir örümcek gördü, yanına gittiğimizde yanda fotoğrafını gördüğünüz ağı inşa ettiğini ve aralarını örmeye devam ettiğini gördük.

Seyretmesi inanılmaz bir şey, bilmiyorum hiç seyrettiniz mi?

Fotoğraf kameramla birkaç kare aldım, sonra da google'dan biraz bilgi toplayarak böyle minik bir yazı yazayım dedim.

Ben google'dan bir şey araştırmaya her zaman Vikipedi'den başlarım, bu sefer de öyle yaptım. Vikipedi'de örümcek ağları için oldukça detaylı bilgiler mevcut, gerçi Vikipedi'de her zaman her şey hakkında detaylı bilgi mevcut.

Örümceklerde, diğer eklembacaklılar gibi açık bir dolaşım sistemi bulunur. Kılcal damarları yoktur. Hemen hemen her yerde rastlanan örümcek ağı, aslında bir sanat şaheseridir.

Yapılış maksadı avlanmak olan ağ, bir nevi tuzaktır. Fakat her örümcek türü ağ yapmaz. Ancak bütün örümcekler ağ tellerinden yumurtalarının etrafını saran kozalar yaparlar. Bazıları da ağ bezlerini, yaprakları yapıştırmakta, yuvalarının içini döşemede, açtıkları çukurun çevresini kapatmakta vs. işlerde kullanırlar. Ağ kurmayan bu tür avcı örümcekler de, arkalarında ağdan bir iz bırakarak, rüzgarla sürüklenmekten korunurlar. Erkekler, dişileri bulmakta da bu izlerden faydalanırlar.

Karın altlarının arka taraflarında üç çift ağ organları bulunur. Her birinin dışarıya ayrı bir çıkışı vardır. Bezlerden meydana gelen yapışkan ve sıvı iplik maddesi, havayla temas edince sertleşir. Her ağ memeciğinde 100 kadar ince ve küçük kanalcıklar bulunur. Bu ince kanalcıklardan sızan iplikçikler bir araya gelerek büküldükleri zaman tek iplik durumuna gelirler. Esnek ve yapışkandırlar. Bir sinek ne kadar sert çarpsa da kopmazlar. Ağ yapmak isteyen örümcek, ağ organlarını bacaklarının bir kısmı ile bastırarak ağ maddesinin akışını başlatır. Örümcekler, iplik deliklerinden çıkan tellerin hepsini toplayıp bir tek tel halinde kullandıkları gibi bunlardan ayrı ayrı incecik tel de yaparlar.

Düşme esnasında bir yere taktığı ağ telini, kendisi yere varıncaya kadar uzatabilir. Genç örümcekler, ağ tellerinin sayesinde uzun mesafelere uçabilirler. Bunun için telin bir ucunu bir yere bağlayarak kendilerini hava akımlarına bırakırlar. Böylece yerlerinden havalanan örümcekler, karada 5 km, denizde ise yüzlerce km uzaklara savrulabilirler. Okyanuslardaki ıssız adalarda yaşayan örümcekler, hep böyle havadan gelmişlerdir. Sonbaharda bol bol rastlanan ağ telleri de uçan genç örümceklerden kalmıştır.

Ağ yapacak olan bir örümcek, önce yüksekçe bir yere tırmanarak, ağın ucunu bulunduğu kısma yapıştırarak ipek iplik yardımıyla aşağı süzülür. Gözüne kestirdiği bir dala ulaşarak bağlantı kurar. Sonra o iplik üzerinde gidip gelerek ağı kalınlaştırır. Daha sonra vücudundan çıkmakta olan ipliğin bir ucunu ilk ipliğe tutturarak kendisini boşluğa bırakır. Ağa bağlı halde bir yere varınca, o ucu vardığı yere yapıştırır. Bu yolla birkaç gidiş gelişte ağın kaba iskeleti meydana gelir. Bundan sonra iskeletin merkezi çevresinde dairevi halkalar yaparak ağı tamamlar.

Ağ örümü çoğunlukla gece olur. Örülmesi en fazla 60 dakika alır. Ağın ortasında spiral ve yapışkan bir yer vardır. Diğer iplikçikler kurudur. Bir sinek ağa konsa hemen yapışır. Kurtulmak için çırpındıkça daha da yapışır. İkaz iplikçiği ile avın yakalandığını anlayan örümcek gelerek avını zehirler. İkaz iplikçiğinin bir ucu ağa bağlı, diğer ucu ise daima kendisindedir.

Ağlar, genellikle yere dik vaziyettedir. Maksat, uçan arı ve sinekleri yakalamaktır. Her örümcek türünün, kendisine has ağ örme stili vardır. Ancak dikkati çeken nokta, ağlarda geometrik inceliklerin her zaman varlığıdır. Ağ örme işi örümceklerin, doğuştan kazandıkları bir sanattır. Küçük bir örümcek, daha önce hiç ağı görmemiş ve örmemiş olmasına rağmen büyüklere benzer ağlar örer.

16 Temmuz 2010 Cuma

Metin Hara'ya açık teşekkür ......

Hiç tanımıyorum, adını da daha önce duymadım, son bir ay içinde de adını en çok duyduğum kişi oldu ve ben METİN HARA'ya buradan şahsım adına teşekkür etmek istiyorum.

Neden adını bile duymadığın, tanımadığın birisine teşekkür ediyorsun diye düşünebilirsiniz. Öyleyse önce onu anlatayım.

Canım sevgilim oldum olası mistik olaylara, enerji alış verişlerine meraklı. Meraklı olmasının da ötesinde uzun yıllardır bu konuda okumadığı kitap kalmamış, seminerleri takip etmiş, bu konuda çalışanlar ile gitmiş, görüşmüş, konuşmuş. Ve tabi hepsinden öte Pozitif Enerji gücüne inanmış durumda.

Bir akşam Saba Tümer'in programında Metin Hara'yı dinledikten sonra da, araştırmış, bulmuş ve seminerleri olduğunu öğrenince de gidip kaydolmuş.

Bir ay süre ile haftada iki gün ( Salı ve Perşembe ) ikişer saatlik seminerlerine gitti Pınar. İlk katıldığı günden bugüne ki sonuncusu dün akşamdı, Pınar'daki değişimleri gözlemleme şansım oldu. Heyecanını, arzusunu, öğrendiklerini uygulamasını, paylaşımlarını ve hepsinden öte yaydığı enerjiyi.

Zaten pozitif bir bakışa sahip olduğunu bildiğimden heyecanını ama onun da ötesinde almış olduğu eğitime inancıyla geldiği noktayı ve yaptıklarını görmesem, belki inanmayabilirdim. Son bir ay içinde ondaki değişimlerin hepsinin abartsız pozitif yönde olduğunu söyleyebilirim. Bunun bana ve eminim çevresine yansıması da olayın bir başka güzelliği zaten.

Dün akşam kapanış seansını ve yaptıklarını anlattıktan sonra, en azından ben son bir ayda değişen Pınar'ı gözlemledim, daha güleryüzlü, daha anlayışlı, daha konuşkan ve inanın daha hayat dolu. Sanki yerinde duramayan çocuklar gibi, neşeli ve etrafına güler gözlerle bakan bir Pınar. Yanlış anlaşılmasın bunlar yoktu da son bir ayda geldi demek istemiyorum, tam tersi, hep üstüne koyarak geldi, her seansın sonunda her şeyi paylaştı benimle, Metin'i anlattı, yaptıklarını ve asıl önemli olan kendi düşünce gücü ile YAPABİLDİKLERİNİ.

Bunlara inanan veya inanmayanlar olabilir, açık söylemek gerekirse ben Pozitif bir insan olmakla birlikte bu tarz seminer ve eğitimlerin çok faydalı olacağına inananlardan değildim , değildim diyorum çünkü şimdi inanıyorum, önümde son derece güzel bir örnek var.

Bu sabah Metin Hara ile ilgili internette bir araştırma yaptım, bu konularla ilgili olan arkadaşlarım belki tanıyor lardır ama dedim ya ben bilmiyordum, kim bu kişi ve neden, nasıl bu kadar başarılı olabiliyor insanlar üzerinde.
Bir çok bilgi, haber, yazı var Metin Hara hakkında, ama en güzeli kendi web sitesi. Ve mesajı da çok açık ve net.

" İnsan bedenine güven…  İnsan zihnine güven… İnsan ruhuna güven…”

Web site adresi : www.insanaguven.com


Ben daha fazla onun hakkında yazıp, sizi sıkmayayım, Pınar'ın katıldığı seminerler ile ilgili bilgiler de bu web sitesinde mevcut. Bu konulara ilgi duyan, rahatsızlıkları olan veya kendi bedeninizin gücünü test etmek isteyenler varsa belki katılmak ister.


Sorunuzu duyar gibiyim, peki sen, sen katılacak mısın?


Şimdilik Hayır ama benim yanımda bir katılan var, ondan öğrenmeye çabalayacağım :)


Sevgilerimle,
Haluk
16.07.2010 11:00

15 Temmuz 2010 Perşembe

Hazar ve Hazar .... yani iki HAZAR arası :)

LYS yazımı yazdıktan sonra aklıma Hazar'lar ile ilgili bir yazı yazmak geldi, öyle ya Hazar çok duyulmuş ve çok yaygın bir isim değil ve LYS yazısında iki tane Hazar geçiyor, bu hangi Hazar, öbürü hangi Hazar, aralarındaki bağ ne falan gibi ufakta olsa bir karmaşa olabilir :)

O yüzden ben de Hazar'ların hikayesini yazayım dedim.

Sene 1986, Netaş'ta işe başladım. Yoğun şekilde eğitimler devam ediyor, benden bir kaç ay sonra da bir grup mühendis daha işe alındı, aralarında Üner Yıldır var. Eğitimlere Kanada Ottawa'daki ana merkezde devam edileceği bilgisi geldikten sonra sırayla bizleri Kanada'ya Ottawa'ya göndermeye başladılar. Eylül sonu sıra bana geldi, ben de bu arada 1986 Temmuz'un da evlenmişim, taze damat, henüz iki aylık evliyken Ottawa'ya gönderildim. Orada bize bir apartman dairesi, araba tedarik ettiler.

Benden bir kaç ay sonra da Üner Ottawa'ya geldi, birlikte işe gitmeye ve çalışmaya ve zaman geçirmeye başladık. işte Kankam ile gerçek dostluğumuzun başladığı nokta o zamanlar. Neredeyse 24 saatimizi birlikte yaşadık. Kankam'ın da bir çocukluk aşkı var, Esin. Esin diyor başka bir şey demiyor. Esin aşağı, Esin yukarı. Ottawa'nın güzel kızları sevgili kankamın aklını başından alamadı.

Ben 1987 Mart sonunda Netaş'a döndüm, kankamdan benden bir kaç ay sonra döndü. Ve 1988 Kasım'ın da çocuğum dünyaya geldi, uzun uzun ne koyalım diye düşündük ve adını HAZAR koymaya karar  verdik, bu süreçte tabiki kankam da yanımdaydı hep. O da muradına ermiş ve Esin ile evlenmişti.

Hazar doğduktan sonra işlerimizin de yoğunluğu ile Üner ile çok sık görüşememeye başladık, 3 sene sonra da kankamın çocuğu dünyaya geldi, kankam da Esin ile konuştuklarını ve bir mahsuru yoksa onlar da çocuklarının adını Hazar koymak istediklerini söyledi. Ne mahsur olacak, bundan daha büyük bir keyif mi olacak dedik.

Şimdi ikisi de kocaman delikanlı, bizim Üner ile kurduğumuz ve neredeyse 25 yıla dayanan dostluğumuzun meyvaları onlar. 

Her iki Hazar içinde çok iyi bir gelecek olsun, mutlu olsunlar, sağlıklı olsunlar, bizlerin isteyeceği başka bir şey de yok zaten.

Sevgilerimle,
Haluk
15.07.2010 12:00

Lisans Yerleştirme Sınavı ...LYS ve Anneler, Babalar ...

Sabah saat 10:30 gibi kankam Üner'in mesajı geldi " Kanka, elektrikler kesik, Hazar'ın LYS sonuçlarına internetten bir bakar mısın lütfen, TC numarası .... ".

Hemen internete girdim, Hazar'ın sonuçlarını buldum, sonra kankamı arayarak notlarını okudum.

Eğitim sistemi ve puanların kazanımları ve tipleri sürekli değiştiğinden okuduğum puanların ne anlama geldiğini pek çözemedim, umarım çok güzel puanlardır ve sevgili Hazar arzu ettiği, düşlediği yerleri kazanır.

Benim yazmak istediğim daha farklı bir şey aslında.

Aynı olayı ben ve benim gibi Lisans sınavına giren bir çok anne ve baba hatta yakınları da yaşadığı için bilir. İnanılmaz bir andır. Tam on bir senenin sonucudur o okuduğunuz rakamlar, ilkokula başlattığınız çocuğunuzun, liseyi bitirip artık ergenlikten kurtulup yetişkinliğe adım attığı dönemlerdir.

Hayallerini kurdukları gelecek için geçilmesi gerekli ilk sınavdır. Ha kazanamazsa ne olur, tabi ki bir şey olmaz, bir sonraki sene veya senelerde devam eder girmeye ama o ilk heyecan hep farklı olur.

Alınan puan veya puanlar uzun uzun irdelenir, geçmiş senelerde bu puanla neler olmuş, kim nerelere girmiş, hangi okulun alt ve üst puanları neymiş hepsi ortaya dökülür. Sonra...

Sonrası bazen sevinç, bazen hüzün....

Okul ve okul yetmezmiş gibi bir de dershanede deliler gibi geçen koca bir yılın ardından bir kaç dakika sonra bir sonraki senenin hesapları yapılır. Kazananlar demeyeceğim, kazanmak sorun değil, arzu ettiğini kazanması önemli, yoksa çocuğunuz doktor olamk isterken, mühendisliğe gidecekse bu onu ne kadar mutlu eder ki? Ancak, nedense aileler bu konuda çocuktan daha katı ve ısrarcı olur.

Büyük Hazar ( yani benim oğlum ) çocukluğundan beri Bilgisayarlara çok meraklıydı, biraz daha aklı yettikten sonra da Bilgisayar Mühendisi olmak istedi. Sakıp Sabancı Anadolu Lisesini kazandı, sanıyorum Lise 1 veya 2 idi, bir CV örneği hazırlayın demişler, Hazar bir CV hazırlamıştı, mesleği Bilgisayar Mühendisi idi, çalıştığı iş yerleri de yazılım firmaları.

Sonra sınava girdi ve Sakıp Sabancı Üniversitesi Mühendislik Bölümünü kazandı, iki sene sonra da Bilgisayar Mühendisliğini seçti, kısmet olursa Haziran 2011 de de bitiriyor.

Bunu şu açıdan yazdım, Hazar'ın kararı eğer Bilgisayar Mühendsliğini kazanamasaydı, ne kazanırsa kazansın gitmeyecekti, dershaneye gider daha iyi çalışırım, bu sene olmazsa, seneye kazanırım düşüncesindeydi. Allahtan başarılı oldu ve istediği bölümü kazandı, hem de 2/3 burs ile kazandı ki bunun onun açısından pek önemi olmasa da, bize getirdiği mali yük konusunda mütrhiş bir faydası oldu.

Sonuç olarak, çocuklarımız çok ama çok önemli, hayatımızda yaptığımız her şey onlar için, onların geleceklerini garanti altına alabilmek için çabalıyoruz, onların hayatlarındaki en önemli an maalesef bugün için bu sınavlar. O yüzden gerekirse her şeyimizden fedakalrlık yapıp, onların daha iyi noktalara gelmesi için elimizden geleni yapıyoruz, yapmaya çalışıyoruz. Belki onları biraz zorluyoruz, biraz sıkıntıya sokuyoruz, bazen geriliyoruz ama bütün yapmak istediğimiz, sevecekleri bir işi kazandıracak bu başlangıç noktasında başarılı olmalarını sağlamak.

Anne ve Baba olarak bundan daha büyük bir mutluluğumuz olabilir mi?

Kazanan, kazanamayan, iyi puan alan, kötü puan alan çocuklar ...bizler Anne ve Babanız olarak sizleri çok seviyoruz, üzülüyorsak sizler için acaba daha iyi şeyleri yapamaıdığımızı düşünmektendir. Seviniyorsakta, sizlerin başarısı ile övünüyorsakta bundan sonra sizin geleceğinizi daha iyi gördüğümüzdendir.

İyi ki varsınız ve bizlerin çocuklarısınız, bu sene kazanamasanız da, her şey bitmiş değil, seneye çok daha iyi puanlar alabilirsiniz.....Sizleri seviyoruz

Sevgilerimle,
Haluk
15.07.2010 11:30

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Hala bu kadar yabancı neden transfer ederiz.......

Konum FUTBOL.

Sonuçta Futbol artık bir spor olayından çıktı, bir endüstri oldu, yapılan milyon dolarlık, euroluk transferlerin karşılığında, staddaki kombine kart satışları, forma ve aksesuar satışları, cep telefonları derken, konu futboldan öte harca ve kazana döndü.

Geçtiğimiz senelerde onlarca yabancı futbolcu transfer edildi, hem dört büyükler, hem Turkcell ligindeki diğer takımlar, hem de Bank Asya Liginde yer alan bir çok takım. Adlarını dahi duymadığımız futbolculara milyonlarca döviz akıtarak Türkiye'ye getirdiler. Sonuç ne oldu, şimdiye kadar bence SIFIR. Bu futbolcular yüzünden oynayamayan gençler, altypıya yapılan yatırımların karşılığının alınamaması ve hayal kırıklığına uğrayan taraftarlar.

Şu bir gerçek ki, yurt dışından ülkenize transfer ettiğiniz ve bu kadar çok para verdiğiniz oyuncular gerçekten özenle seçilmeli. Aldığınız oyuncunun sizin takımınızda oynayabilmesi lazım ki verdiğiniz paraya değsin. Stada seyirci çekmek için veya kombine satmak için veya forma ve aksesuar satmak için getirttiğiniz yıldız oyuncular verilen bu paraları hak etmeli.

İyi oyuncular  gelmedi mi, geldi tamam, hakkını verenlerde oldu ama genele bakarsanız, son derece başarısız bir ülkeyiz. Verdiğimiz ile aldığımız arasında uçurum var. Şimdiye kadar yurt dışından gelen ve takımına gerçekten çok faydalı olan kaç tane yabancı oyuncu sayabilirsiniz? Gerçek anlamda saysanız inanın iki elinizin parmağını geçmez. Bir Alex, Bir Hagi kaç tane geldi. Üstelik görüldü ki futbol hala yürekle oynanıyor. Anımsayın, geçtiğimiz yıllarda yabancısı olmadan son altı maçını kazanan Galatasaray'lı futbolcuların para bile alamadıkları zamanı, anımsayın bu seneyi, Bursaspor'un takım oyununu. demek ki para ile olmuyor bu işler. Bunun da ötesinde Dünyada gol atmadığı stad kalmayan hem kendi takımını, hem milli takımı sırtlayan Hakan Şükür gibi futbolculara da yapmadığımız kalmadı. O kadar emek verdiği Galatasaray bile bir jübile yapmadı bu futbolcuya ki bir Galatasaray'lı olarak asla affetmeyeceğim bir durumdur.

Son üç dört senedir bütün takımlar yabancı oyun seçimlerinde hatalı, getirilen oyuncular ile bir yere gidilemiyor, hala transferin gözdeleri Sercan, Okan, Volkan, vs  yani Türk oyuncular ama gelin görün ki üç büyükler hala bildiklerinden vaz geçmiyor. Hala manşetlerde bilmem kim için Galatasaray ve Fenerbahçe kapıştı, Fenerbahçe Galatasaray'ı eli boş gönderdi, vs tarzı haberler.

Takımları gaza getirmeyi çok seviyoruz. Bunun da ötesinde her gün gazetelerde en az 10 futbolcudan bahsediyoruz, kasetten seyredildi ve çok beğenildi diyerek oyuncu alıyoruz.

Arsen Wenger, tamamen 20 yaş altı ve üstü gençlerden bir Arsenal yarattı. Şampiyon olamadılar ama üstlerde yer aldılar. Onlara güvendi. 70 milyonluk Türkiye'de futbol bu kadar sevilirken, çıkarrtığımı üç beş oyuncu ile neredeyse sevinçten bayılacağız. Bir Arda'dan bahsediyoruz, belki bir kaç gençten daha.

Türkiye Milli takımına bakıyoruz, senelerdir bir adım ileri gidememiş, onda bile kendi hocalarımıza güvenmeyip dışarıdan hoca getirmişiz. Futbolun bu kadar sevildiği bir ülkede, neredeyse her erkek çocuğun minicik yaşından beri sokak aralarında taştan kale yapıp oynadığı bir ülkede hala biz dünyanın paralarını verip yabancı oyuncuları getirmeye çabalıyoruz.

Ben bu olaya çok üzülüyorum, hem harcadığımız dövize, hem de sonrasında o parayı bizden alabilmek için çırpınan yönetcilerin durumuna. Madem kullanmayacaksınız neden altyapı hizmetlerini tutuyorsunuz. Madem oradan eleman almayacaksınız, oynatmayacaksınız, neden bu çocukları ümitlendiriyorsunuz?

Sevgilerimle
Haluk
14.07.2010 14:15