31 Mayıs 2011 Salı

300. yazım ... Sessizliğin Dili ....

Sayının belki bir önemi yok ama bu benim 300. yazım, ilk yazımdan bu yana yaklaşık 6 sene geçmiş.


Daha öncede belirtmiştim, bundan bir 10 yıl önce birileri bana yazılar yazacaksın, sevenlerin, okuyanların olacak dese kesinlikle " saçmalıyorsun " derdim. Lise dönemi boyunca edebiyattan zar zor geçen, kompozisyon derslerinde zorlanan, imla kurallarını bilmeyen birisinden 300 yazı, 4 roman denemesi yazan birisine dönmek gerçekten garip bir duygu.


Dün Facebook'ta 300. yazımı yazacağım, konusu ne olsun diye sormuştum arkadaşlarıma, sevgili dostum Taner " Sessizliğin Dili " konusunda araştırma yap ve bir kaç bir şey yaz deyince, 300. yazımı Sessizliğin Dili'ne ayırdım.


Aslında konu bana pek yabancı değil, Taner dedikten sonra düşündüm, bir kaç yazımda bahsetmiştim Sessizliğin Dil'inden. Yine de sevgili dostumu dinleyerek biraz araştırma yapmak istedim. Her zamanki yöntemle " google " sayesinde biraz bilgi toplamak istedim. Konu sessizlik ve dil olunca tabi google'da psikolojiden ziyade sessiz insanların kullandığı dil üzerine yoğunlaşıyor bulunan haberler, bilgiler.


Halbuki bizim aradığımız, istediğimiz konuşan insanların arasında sessizliğin dilini öğrenmek. Öyle ya; sessizliğin gücünü biliyoruz. Gücünü bildiğimize göre bunun bir de dili olmalı. Bu konuya en yakın ve üzerinde çalışma yapan kişi OSHO olmuş ve Yakınlık kitabında Sessizliğin Dili hakkında bilgiler vermiş.

Neler demiş Osho, isterseniz birlikte bazı önemli kısımları alıp yorumlayalım.



Rastgele ilişki kurdun bugüne kadar ve biriyle şekil olarak ilişki kurduğun zaman bin bir türlü saçma şey söyleyebilirsin, çünkü hiçbir şeyin önemi yoktur, sadece vakit geçirmektesindir. Ama birini kendine yakın hissettiğinde, yakınlık doğduğunda, söylediğin her kelime önem kazanır. O zaman kelimelerle kolayca oynayamazsın çünkü her şeyin bir önemi vardır. O yüzden sessizlik boşlukları olur. İnsan başlangıçta kendini garip hisseder çünkü sessizliğe alışık değildir. Bir şeyler söylenmesi gerektiğini düşünürsün
Ne kadar güzel ifade edilmiş değil mi? Aslında kelimelere dikkat etmeyiz, aynı kelimeyi çok farklı tonlarda ve mimiklerde kullanabiliyoruz, hatta bu yüzden kendimizi ifade etmeye çalışırken bazen saçmalamıyor muyuz? Yanlış anlama ama, beni yanlış anladın, öyle demek istemedim gibi sözleri aramızda kullanmayan var mı? Çünkü kelimeler önemli, neyi anlatmak istiyorsak, onu doğu anlatacak kelimeleri seçmek zorundayız. O yüzden bazen sessiz kalırız, çünkü o an söylenecek olan kelime ve kelimeleri ya bulamayız, ya düşündüğümüzü söylemekten korkarız.
O yüzden aslında bir çok kurumsal şirkette SESSİZLİĞİN GÜCÜ seminerleri verilir. Amacı, çok sesliğin ve tonların arttığı ortamlarda sessiz kalarak tansiyonu düşürebilme becerisini öğretmektir. Düşünün; bir tartışma ortamındasınız birisiyle, sesler gitgide yükseliyor, insan doğasında olan en çok kim bağrırsa o haklıdır mantığı almış başını gidiyor, siz de katılabilir, bağırabilir, hatta daha çok bağırabilirsiniz. Sanmayın ki sizin sesiniz en yüksek olunca herkes susacak. Bir de aynı ortamda sessiz kalmayı deneyin, karşınızdaki bağırdı, bağırdı, nereye kadar bağıracak daha? 
Sessizliğin müziğini tanımıyorsun. Sadece tek bir iletişim yolu biliyorsun: sözel, zihinsel. Kalple iletişim kurmak; sessizlikte, kalpten kalbe iletişim kurmak nedir bilmiyorsun. Sadece orada bulunarak, varlığın kanalıyla iletişim kurmayı bilmiyorsun. Büyüyorsun ve eski iletişim yöntemlerin yetmiyor. Sözel olmayan yeni iletişim yöntemleri geliştirmen gerekiyor. İnsan olgunlaştıkça sözel olmayan iletişime daha çok ihtiyaç duyar .
Sessizliğin gücünü kalben iletişim kurmak olarak tanımlamış Osho, insan olgunlaştıkça sözel olmayan iletişime daha çok ihtiyaç duyar. Ne kadar güzel bir teşhis! Kendinizi lütfen bir irdeleyin, bir düşünün, gerçekten öyle hissetmiyor musunuz? Eskiden bir çok şeyi konuşarak algılarken, artık karşınızdaki kişinin sessizliği aslında sizinle konuşmuyor mu? Benim sevgilim benim daha kaşımı kaldırmamdan, söylediği veya sorduğu bir şeye sesimle bile değil, yüzümle verdiğim reaksiyondan bile benim ne dediğimi anlıyor. Benim ağzım tersini söylemeye çalışsa da, o aslında benim sessizlik dilimi tanıyor.
Biriyle birlikteyken ve sözcüklerle iletişim kurmadığınızda ve sen de kendini garip hissettiğinde mutlu ol. Sessiz kal ve o sessizliğin iletişim kurmasına izin ver. Sevgi ilişkisinde olmadığın insanlarla ilişki kurmak için dil gereklidir. Sevgi ilişkisinde olduğun insanlarla birlikteyken dilsizlik gereklidir. İnsan yeniden bir çocuk gibi masumlaşmalı, sessizleşmelidir. Hareketler olur yine; bazen gülümser, el ele tutuşursun, bazen sessizce göz göze kalırsın, hiçbir şey yapmadan, sadece var olarak. Varlıklar buluşur, birleşir ve sadece ikinizin bildiği bir şey gerçekleşir. Sadece bunu yaşayan ikiniz bilirsiniz, başka kimse farkına varmaz; öylesi bir derinlikte olur her şey.
Bunu okuduktan sonra bir düşünün, tam tersini yapmadık mı bugüne kadar. Yanımızda sevgilimiz biraz sessiz kalsa, ee ne oldu, sıkıldın mı? neden konuşmuyorsun? ilk günlerde bülbül gibiydin? benden mi sıkıldın? canını mı sıktım ? ve daha binlerce reaksiyon. Masumlaşma ve Sessizleşme bizim doğasını bilmediğimiz, tatmadığımız ve daha da kötüsü anlamadığımız bir kavram. İletişim deyince konuşmayı biliriz, yanınızdaki arkadaşınız, sevgiliniz konuşmuyorsa mutlaka bir sorun ararız. Ancak, gözüken o ki; biz hiç bir zaman sessizliği anlamayız, çünkü sessizliğin dilini bilmiyoruz.
Sonuçta bir gerçek var ki o da, sessizliğin de bir dili var, masum ve keyifli. Hani sevgililer kendi arasında pek bilemeyebilir ama belki bir başka örnek verirsem; örneğin arabanızla bir dağa tırmandığınızı düşünün, yemyeşil orman, masmavi bir hava, acaba kaçınız o sırada bangır bangır müzik dinler, kaçınız her türlü sesi kapar ve camı açıp dışarıyı dinler? O anda doğanın sesini dinlersiniz, doğanın sessizliği aslında o anda sizinle konuşur, ağaçların kokusu, kuşların cıvıltısı, yaprakların rengi sizinle konuşur. İşte sözel olmadan anlayabildiğiniz bir dildir o dil.
Sevgilerimle,
Haluk
31.05.2011 10:00 
300. yazı 

30 Mayıs 2011 Pazartesi

2006 senesi Mart ayında yazdığım bir yazı ...

Benim gibi yazı yazmayı kırkından sonra seven, dilbilgisi ve imla kurallarından bi haber birisi için yazı konusu bulmak bazen çok kolay oluyor, bazen çok zor. 

Bazen birileri ile sohbet ederken aa bu konuda benim söyleyecek ne çok şeyim var, yazayım diyorum ve başlıyorum yazmaya. 

Bazen de açıyorum e-mailimi, bekliyorum, bekliyorum, zoraki başlıyorum bir iki beş cümle, yok gitmiyor daha fazla, oradan anlıyorum ki ben günlük yazılar yazan birisi olamazmışım. 

Gerçekten her gün konu bulmak, o konu hakkında bilgi toplamak, doğrulamak ve sonra yazıya dökmek ne kadar zor.

İşin bir başka gerçeği de var tabi, Türkiye yazı yazmak isteyen insanlar için bir cennet. Hangi konuda yazmak isterseniz, o kadar çok malzeme var ki. Düşünün siyaset yazıyorsanız, spor yazıyorsanız, ilişkiler üzerine yazıyorsanız, ekonomi üzerine yazıyorsanız size malzeme üretmek üzere onbinlerce insan uğarşıyor. Demeçleri, basın toplantıları, basında ki hayat hikayeleri, skandalları, sayfalar dolusu yazabilme şansınız var.

Ancak bir kaç konu var ki, yazı yazmak bu konularda herkesin yapabildiği şeyler değil, örneğin SANAT konusu, örneğin PSİKOLOJİ. Bu konuda akıl yürütemiyorsunuz, tecrübe aktaramıyorsunuz, çünkü alt yapı gerektiriyor. Üç, beş tiyatro oyununa gidip tiyatro eleştirmeni olamıyorsunuz.

İnsanların en rahat yazı yazabildikleri konu sanırım Aşk, Sevgi ve İlişkiler. 

Çünkü, bir doğrusu ve bir yanlışı yok, kimse kimsenin yaptığına doğru veya yanlış diyemiyor, aslında diyorlar tabi ama gerçekci olursak, kimsenin yaşamı, kimseyi bağlamıyor. Ahmet Altan sevgiyi bir başka anlatıyor, onun anlattığı gibi yaşayanlar ne kadar doğru, süper yazmış diyor, Can Dündar farklı bir bakış açısı getiriyor, Murathan Mungan farklı, Haşmet farklı, Hıncal farklı, Pakize farklı, Ayşe farklı, İclal farklı, Selin farklı, derken herkesin ki farklı.

Peki ama bu kadar çok farklı bakış açısını oluşturan bizler gerçekten çok mu farklı yaşıyoruz aşkı, sevgiyi. Ahmet Altan’ın kadınıyla, Murathanınki çokmu farklı. Pakize ah ah bu kadınlar diye  şikayetci olurken, Ahmet abimiz yere göğe koyamıyor kadınları. Bir çok kadın gerçek sevgiyi yaşayamadığını söylerken bunu güçlü olmalarına bağlıyorlar, erkeklerin güçlü kadınlardan korktuklarını ve kaçtıklarını öne sürerken, erkekler aptal kadınlarla çıkmaktan hoşlanmadıklarını, fiziksel güzelliğe hiç önem vermediklerini söylüyorlar, hangileri doğru, kimler doğru.

Ben bahsettiğim yazarların bazılarını okuyorum, peki şunu sormak istiyorum, edebi değeri dışında sizlerin bilmediği neyi anlatıyorlar? 

Mesela Ahmet Altan’ın yazdığı bir yazıyı okuduğunuz da, hiç kendi kendinize hayret ettiğiniz, vay anasını demek böyle ha, ilk defa duydum dediğiniz oldu mu? 

Genelde hep bildiğiniz ama sizin belki hiç yapmadığınız veya çok az yaptığınız bir şeydi sadece, belki önemsemediğiniz hareketlerdi, davranışlardı, düşüncelerdi. Ben onun böyle düşüneceğini tahmin etmemiştim diyeceğiniz davranış ve düşüncelerdi.

Anımsayacaksınız John Gray’in “Erkekler Marstan , Kadınlar Venüsten” serisi ne çok ilgi çekmişti. 

Ben o kitapları okudum, çokta sevdim ama anlatılanlar içinde sürpriz olacak, benim için yeni olan  hiç bir şey yoktu, sadece bildiğim ama belki yapmadığım, ya da yapmayı akıl etmediğim, yaparsam ne olacağını iyi tahlil edemediğim bir sürü kişisel davranışlar listesiydi benim için, ama önemli olan şurasıydı, bunları bilmiyor değildim, bazılarını bilinçli veya bilinçsiz uygulamıyordum.

Sonuçta geleceğim nokta, yazı yazmak gerçekten çok kolay bir şey değil, yaşanmışlıkları anlatmak, hayaller üretmek veya gerçek dünyayı keşfetmeye yönelmek, yöneltmek. Bence daha çok, daha sık yazmalıyız. 

Çünkü inanın, yazdığınız zaman, siz rahatlıyorsunuz, beyninizi çalıştırıyorsunuz, bırakın dilbilgisi olmasın, imlanızda hata olsun, yeter ki aklınızdan geçeni siz kağıtlara dökebilin, merak etmeyin kimsenin bilmediği sırları açıklamıyorsunuz, kimsenin sınavında da değilsiniz. 

Siz böyle düşündüğünüz için sizi kimse de ayıplamayacak, ama yazın, yazınız bittiğinde ve okuduğunuz da, yazmayı sevdiğinizi fark edeceksiniz. Bakın benim oğlum hayatda yazı yazabileceğini düşüneceğim en son insanlardan biriydi, bir yazı yazmış, siteye koymuştum anımsayacaksınız, nasıl hoşuna gitmiş, orada yazısını okumak, arkadaşlarına okutmuş, ikinci yazısını yazdı. Belki üç ve dördü de yazacak. Belki daha fazlasını, keyfini aldı, ben ilk yazımı çok uzun değil bundan bir iki yıl önce yazmıştım, ha bişeye benzer benzemez ama saklayabildiğim 80’e yakın yazım olmuş, arada sırada kendi yazılarımı okuyorum, çok keyif alıyorum.

Yazın arkadaşlar, benim sitem olduğu için bana değil, kimseye göndermeseniz bile yazın, kendinize mail atın, canınız sıkkınken kendinize yazın ve göreceksiniz ki yazarken duyacağınız rahatlama sizi sevindirecek, aşkınızı yazın, sevginizi yazın, dostluğunuzu yazın. 

Ben dünyalar kadar sevdiğim KANKA’ma bir yazı yazmıştım, hala okurken onu ne kadar sevdiğimi düşünürüm. Yazıyı okurken telepatik olarak beynim o o neredeyse ona sevgimi götürür, o alır, hisseder bilemem, ben beynimden çıkan sevgi dalgasını bilirimJ))

Sevgilerimle,
Haluk

2 film - 5 dizi tavsiyesi ....

Film - Kimliksiz

Bence son zamanların en güzel filmlerinden bir tanesi. Başrolde muhteşme ve çok sevdiğim bir aktör Liam Neeson oynuyor. Film başladığında ve bir süre sonrasında size çok tanıdık gelecek bir konusu var, benzeri filmler çok çekildi. Harrison Ford'un da çok benzer bir filmi vardı ama filmin ortasından sonra yanıldığınızı anlayacaksınız.

Yani gözüktüğü kadar basit değil. Ancak araba sevenler için hemen eklemeliyim, muhteşem sahneler var. Tavsiye ediyorum.

Film - Limitsiz  

Yine dün seyrettiğim bir film. Başrollerde son dönemlerin parlayan yıldızlarından birisi olan Bradley Cooper oynuyor, yardımcı oyunculardan birisi de bir efsane olan Robert de Niro.

Konusu oldukça ilginç, bir hap sayesinde değişen yaşamlar, beyin fonksiyonlarının gelişimi. Yani biraz uçuk gibi gözükse de aslında neden olmasın diyeceğiniz bir film. Çekimleri de çok güzel. Beğendim, tavsiye ederim.

Dizi - The EVENT 

Son dönemlerde seyrettiğim ve en çok keyif aldığım dizilerden bir tanesi, sezon 1 tamamlandı, yanılmıyorsam 22 bölüm ve biraz 24, biraz Fringe tadında bir dizi.

Aslında en başlarda bu kadar iyi bir dizi olacağını düşünmemiştim, özellikle sonlara doğru inanılmaz bir tempo ve ritm yakaladı dizi ve öyle bir yerde bitirdiler ki sezonu, herkes dört gözle sezon 2 yi bekleyecektir eminim.

En favori dizilerimden bir tanesi.

Dizi - LIE TO ME 

Yine son dönemde seyrettiğim en iyi dizilerden bir tanesi. Tim Roth'un oyunculuğu muhteşem, konular ve çekimler de öyle. Tamamen YALAN üzerine kurulu bir dizi, Tim Roth ve ekibi tarafından insanların yalan söyleyip söylemediği konusunda yapılan çalışmalar, her bir dizide inanın bir çok şey öğreniyorsunuz.

Beden Dili eeğitimini alan arkadaşlarım varsa bilecekler, el, kol, göz, ayak gibi her uzvumuzla ilgili yaptığımız hareketler aslında bizim yalan söyleyip söylemediğimizi gösteriyor. 3 sezon çekildi, şimdi herkes dördüncü sezonu heyecanla bekliyor.


Dizi - THE BORGIAS  

Bu diziden daha önce bir yazımın içinde bahsetmiştim. Papalık, hiristiyanlık dönemlerinde eskiden verilen savaşlar, suikastlar, rüşvetler, planlar. Bunun yanında yaşanan cinsellik, şehvet ve fuhuş. gerçekten diziyi seyrederken insanın inanası gelmiyor.

Bu nasıl bir anlayıştır, kendi dinleri ve yayılmaları konusunda, bencillikleri ve kuvvet için yaşanılanlar. O da The Event gibi başta sarmayıp sonrasında heyecanlı hale gelen dizilerden birisi.

Dizi - CAMELOT 

Merlin çok sevdiğim bir diziydi, 3 sezonunu da seyrettim, oradaki tüm aktörlri çok sevdik, Merlin, Morgan, Gunievvere ve tabi Kral Arthur, bayıldık onlara. Ben bu diziye başladığımda isimler aynı olunca şaşırdım, bildiğimiz isimler ama konu tamamen farklı işlenmiş. Fantastik boyutundan öte, film gerçek anlamda Camelot'u anlatıyor. Sonra üşenmedim açtım google'dan baktım, gerçekten Camelot, Merlin falan var mı diye, şaşkınlıkla gördüm ki vikipedi ne diyorsa dizi de o işlenmiş ve oldukça güzel işlenmiş. Henüz daha çok olmadı, iyi bir dizi seyretmek isteyenler için Camelot'u tavsiye ederim.

Dizi - THE GOODWIFE 

Favori dizilerimden bir tanesi daha. Oldukça keyifli ve heyecanlı. İkinci sezonu oynuyor ve sanırım o da tamamlanmak üzere, her bir bölümünde farklı bir konu olmasına rağmen, olaylar aslında birbirini takip ediyor.

Hani benim gibi Jüri - Savcı - Avukat tarzı dizileri veya filmleri seven varsa kesinlikle kaçırmamalı. Aslında yaşanan olaylara baktığınızda benzerini görebileceğiniz hayat hikayelerinden oluşuyor. Bu tarzda hoşlananlar için ideal bir dizi.

24 Mayıs 2011 Salı

Hiç ama hiç anımsamak istemediğim bir anı ....

Dün akşam seyrettiğim bir dizinin bir bölümünde, kanserden ölen annesi başında hüzünle onun vefatını bekleyen bir adamın üzüntüsünü izlerken, hiç olmadık bir şekilde 1984 yılında yaşadığım bir anım geldi aklıma.

Ben bu anıyı beynimden sildiğimi sanıyordum, bu kadar zamandır da hiç anımsamadım, düşünmedim, ama nasıl olduysa dün aklıma geldi.

Biraz hatta biraz değil bayağı hüzünlü bir anı aslında, yine de paylaşmak istedim.

Sene 1984, Londra'ya dil öğrenimi için gitmiştim, bir sene kaldıktan sonra izine geldim, bir kaç ay kaldım, sonra tekrar döndüm. O dönemde bekarım, yaşım 25, annem ve babamla oturuyorum, geldiğimde de orada kalıyorum. Babam bir akşam misafir geleceğini söyledi. Benim de evde kalmamı, bana akşam gereksinimleri olduğunu söyledi.

Gelenler babamın meslekten bir arkadaşı, eşi ve oğluydu. Sanıyorum 23 24 yaşında idi Altuğ, kanserdi, şimdi ne kanseri olduğunu anımsamıyorum. İngiltere'ye muayene ve  tedavi için geleceklerdi, ben döndükten sonra onlara yardımcı olup olamayacağımı, ingilizce bilmediklerini benim de arada tercümanlık yapmamı istemeye gelmişlerdi.

Neden olmasın, olur tabi dedim. Altuğ nasıl gülerbyüzlü, cana yakın, aslan gibi bir adam. Sohbet ettik epeyce ve gittiler.

Sonra ben Londra'ya geri döndüm, bir süre sonra Altuğ'dan haber aldım, şu gün geliyoruz, şu otelde kalacağız, Hastanenin adresi şu diye. Bildiğim bir yer. Muayene günü ben onları otelden aldım ve hastaneye gittik. O ana kadar ben hiç bir şey hissetmiyorum, muayene olacak ve sonra tedavi olacak, bildiğim bu.

Doktoru beklemeye başladık, sonra doktor geldi, muayene başladı, sorular soruyor, ben tercüme ediyorum, Altuğ yanıtlıyor, onu da tercüme ediyorum. Bu yaklaşık bir saat sürdü. Tabi bu sırada doktor Altuğ'un yanında getirdiği şimdiye kadarki teşhis ve tedavi ile ilgili onlarca sayfayı da inceliyor.

Doktor bazı testler yapmak istediği için Altuğ'un hastanede kalması gerektiğini söyledi, zaten hazırlıklı gelindiği için Altuğ'u yatırdık. Ailesini otele bıraktım, ertesi gün buluşmak üzere vedalaştık.

Ertesi gün tekrar hastaneye gittiğimizde Doktor test sonuçlarını aldığını ve ailesi ile konuşmak istediğini söyledi. Ve kaçınılmaz sonucu orada bana söyledi. Şimdi o anı lütfen düşünün, benim hiç bir akrabalık bağım yok bu insanlar ile, ikinci kez gördüğüm insanlar ve doktor bana Altuğ'un kurtulamayacağını, burada yatarak belki bir miktar daha ömrünü uzatabileceklerini ama yaşama şansı olmadığını söyledi.

Ve benden bunu tercüme edip ailesine söylememi istedi.

Ben böyle bir şeyi nasıl çevirebilirim? Ne yapacağımı şaşırdım? Dondum kaldım.

Babası o zaman Haluk, biz Türkiye'den sonuçlardan biraz biliyoruz, ne dedi oğlum, sen tercüme et bize dedi. O anı hayatım boyunca unutamayacağım, ettim, annesi başladı ağlamaya, babası hüzünlendi.

Doktor bu arada acele etmememizi ve düşünmemizi, bizden haber bekleyeceğini söyledi ve çıktı. Ben ne yapacağımı şaşırdım, aile düşünüyor. Sonunda Altuğ'a bir şeyler söylenmek zorunda. Dışım kalmak istemese de, içim o anda orada olmak istiyor, Altuğ'un yanında olmakta istiyorum, olmamakta, çünkü artık İngilizceye gerek yok, Türkçe konuşacağız.

En sonunda aile bir gün bile fazla yaşasın diye kalma kararı aldı ve Altuğ'un yanına gittik. Dedim ya, nasıl aslanlar gibi bir çocuk, bizi görünce anladı hemen, gülümsedi, ne oldu anlatın bakalım dedi, Baba anlattı, ben konuşamıyorum sadece şok vaziyette izliyorum. baba en sonunda kararını anlattı.

Ve ne oldu biliyor musunuz?

Altuğ hiç yıkılmadı. Döndü babasına, " ben burada iki gün daha fazla yaşamaktansa İstanbul'a kendi vatanıma döneyim, en azından sevdiğim arkadaşlarımı bir kaç gün daha fazla göreyim. Toplan gidelim babacım " dedi. Sonra bana döndü teşekkür etti, " bundan sonrasını biz hallederiz Haluk, sen de git, zaman ayırdın, yardımcı oldun teşekkür ederiz " dedi.

Sarıldık, öpüştük, o ana kadar ağlamadım, dışarı çıktım ve boşaldım. Hayatta bu kadar çok ağladığım an enderdir.

Sonra bir daha Altuğ'u hiç görmedim, bir kaç kez konuştuk, babamdan haber aldım sonrasında bir sene sonra İngiltere'den kesin dönüş yaptığımda öğrendim ki Türkiye'ye döndükten beş altı ay sonra Altuğ'un vefat etmiş ama babam bana söylememiş.

Nereden geldi bu anı ve nasıl bu kadar net anımsıyorum bilmiyorum, dedim ya inanın gömmüştüm bu anıyı, şimdiye kadar da 27 senedir de hiç ama hiç anımsamadım, ta dün geceye kadar...

Sevgilerimle,
Haluk
24.05.2011 09:00

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Aya Seyahat .... 1957 Erzincan ....

:)))))))))))

Uzun zamandır bir yazıma bu kadar gülerek ve eğlenerek başlamadım. Seyrettiğim filmin adı " Aya Seyahat ". İnanılmaz bir film, tamamen gerçek ve siyah-beyaz fotoğraflar ile belgesel hale getirilmiş. Filmi seyrederken anlatımından fotoğraflara bayılacaksınız, mutlaka bulun seyredin derim.

Biraz filmden bahsedeyim, Erzincan yöresinden birisinin seslendirdiği film aslında bir hikaye gibi başlıyor.

1957 senesinde yolu tesadüfen Erzincan'ın bir köyünden geçen Demokrat Partisi Milletvekili adayının arabasının su kaynatması ile başlıyor. Aday fırsattan istifade rey almak için köylü halkına vaatler de bulunuyor. Vaatlerin içinde yok yok. Ne isterseniz var, köyün Doğu'nun Paris'i yapılmasına kadar.

Okuma yazma oranı neredeyse sıfır, bir tane motor tamircisi var köyde, o da Köy Enstitüsüne gidip, Ensititüler kapandıktan sonra köyüne dönen bir tamirci.

Anlatımlar devam ederken, sonunda bir şekilde köyün adı çıkıyor, köy halkıyla çevredeki köyler tarafından dalga geçilmeye başlanıyor. Bunun üzerine köy halkı toplanıyor ve motor tamircisine Aya gidecek bir cihaz yapmasını istiyorlar. Sonrasında da aralarında Aya kimin gideceği konusunda çalışmaya başlıyorlar.

Aya gidecekler ama okuma yazma bilen yok, kitap yok, nasıl bir cihaz yapacaklar. Bu arada Piri Reis'in bir kitabını buluyorlar, meğer Piri Reis daha önce aya gitmiş. Bulduk diyorlar gidecek şeyi meğer ellerinin altında, köyün Minaresi :)))

Ama sorun şu ki imam Camiyi vermiyor, sonunda Köy Halkı İmamı ikna ediyor. Diğer taraftan Aya gidecek ekip seçiliyor ama sorun çıkıyor, kızlardan birisi gitmek istemiyor. Onun yerine birisini bulmaya çalışıyorlar.

:))) İnanın bu kadar keyifli bir belgesel seyretmemişsinizdir. Siyah Beyaz fotoğraflardan bir kaç tanesini buraya koydum ama film tamamen bu fotoğraflar ile beslenmiş. Anlatım fevkalede.

Gerçekten yaşanmış bir olay ve inanılmaz bir çaba. O minareyi uçurmak için inanılmaz bir iş birliği yapan köy halkı ve gerçek anlamda inanarak bunu yapıyorlar.

Keyifli izlemeler.

Sevgilerimle,
Haluk
21.05.2011 15:30

20 Mayıs 2011 Cuma

Mahpeyker ve Cinci Hoca ...

Açıkçası MAHPEYKER filmini seçip satın aldığımda nasıl bir film aldığımı bilmiyordum, sırası geldiğinde de öylesine bir film seyredeceğimi düşünüyordum. Bunun ana nedeni tarih bilgimde ki eksiklik olduğunu anlayınca daha bir ilgiyle seyretmeye başladım filmi. Bitirdikten sonra da Vikipedi üzerinden gerçek olayların nasıl geliştiğini, filme ne kadar bağlı kaldığını anlamaya çalıştım.

Mahpeyker deyince bir çok kişi belki Kösem Sultan'dan bahsedildiğini bilebilir, ben bilmiyordum. Kösem Sultan'ı bilmeme rağmen Mahpeyker adını hiç duymamışım.

Film oldukça başarılı, Topkapı Sarayında çekilmiş,  o günlerin ihtişamı filmde oldukça güzel sergilenmiş. Baş rolde ise senelerin büyük sanatçısı Selda ALKOR oynuyor.

Mahpeyker'in kelime anlamı AY YÜZLÜ demekmiş, bu ismi de Padişah Ahmet Emine'yi ( Kösem Sultan ) ilk gördüğünde yüzüne bakıp söylediğinde anlıyorsunuz.

Dediğim gibi filmi seyrettikten sonra Vikipedi'den okuduğum bir başka detay beni daha çok şaşırttı. Safranbolu'ya giden herkes bilir, orada en meşhur yerlerden birisi CİNCİ HOTEL dir, meğer burası da Kösem Sultan zamanında yapılan bir yermiş.

Vikipedi Kösem Sultan hakkında aşağıdaki bilgileri veriyor. Tarihimizi okuduktan sonra filmi seyrederseniz eminim daha çok keyif alacaksınızdır.


Mâh-Peyker Kösem (1590-2 Eylül 1651Valide Sultan
Sultan I. Ahmet'in eşi, Sultan IV. Murat ve Sultan I. İbrahim'in anneleridir. Osmanlı tarihinin ünlü ve etkili kadınlarından olan Kösem Sultan, 1590 yılında Bosna'da Anastasya adıyla doğdu. Bosna Beylerbeyitarafından İstanbul'a kızlarağasına gönderildi. 15 yaşındayken Sultan I. Ahmet'e haseki oldu. Keskin zekasıyla padişahı etkisi altına aldı ve bütün saraya nüfuzunu kabul ettirdi.
Kocası ölünce önce tahta geçen kocasının kardeşi Sultan I. Mustafa ve daha sonra da kocasının başka bir kadından olma oğlu Sultan II. Osman zamanında devlet işlerinde etkinliği arttı. Fakat II. Osman yaşı çok genç olmakla birlikte Kösem Sultan'ın devlet işlerine çok karışmasından rahatsız oldu ve muhtemelen annesi Valide Sultan Mahfiruz Hadice Sultan'ın da etkisiyle onu eski saraya gönderdi. 
Genç Osman'ın tahtan indirilmesi ve tekrar yerine geçen I. Mustafa'nın da tekrar tahttan indirilmesi üzerine tahta nihayet Kösem Sultan'ın kendi oğlu IV. Murat çıktı. IV. Murat tahta çıktığında sadece 11 yaşındaydı ve Kösem Sultan artık oğlu adına devleti büyük ölçüde yönetmeye başlamıştı.
I. İbrahim öldükten sonra yerine Kösem Sultan'ın torunu 6 yaşındaki Sultan IV. Mehmet geçti. Önceleri Kösem Sultan'ın nüfuzu devam etti ama bir süre sonra Kösem Sultan'a rakip olan bir başka kadın ortaya çıktı. IV. Mehmet'in annesi Turhan Sultan'la Kösem Sultan arasında kıyasıya bir rekabet başladı. Bu rekabet 3 yıl sürdü ve Kösem Sultan'ın bir gece, dairesinde basılarak boğdurulmasıyla noktalandı. 
Bu olaydan sonra Köprülü ailesindensadrazamlar iş başına geldi ve Valide Sultanların (padişahların anneleri) devlet siyasetindeki etkileri sona erdi. Kösem Sultan'ın cenazesi Sultan Ahmet Camii'ndeki I. Ahmet türbesine gömüldü.Zamanla Sultan IV. Murat olgunlaşarak annesinin faaliyetlerini bir ölçüde engellemeye başlamışsa da genç yaşta ölümü üzerine tahta Kösem Sultan'ın diğer oğlu İbrahim çıktı ve Kösem Sultan'ın nüfuzu tekrar arttı. 
İbrahim tahta çıktığında Osmanlı Hanedanı büyük bir krizle karşılaştı. İbrahim hanedanın tek erkek varisi durumundaydı ve acil bir şekilde hanedanın devamını sağlama zorunluğu vardı. Oysa I. İbrahim bir ölçüde dengesiz görünüyor ve kadınlarla olan ilişkilere ilgi duymuyordu. 
Osmanlı hanedanının devamını sağlama görevi büyük ölçüde Kösem Sultan'a düştü. Oğlunu tedavi amacıyla ülkenin her yanından üfürükçüler getirtti. Bu üfürükçülerin en ünlüsü Cinci Hoca lakabıyla tanınan Safranbolulu Karabaşzade Hüseyin Efendi'ydi. 
Nihayet İbrahim'in tahta çıkmasından 2 yıl sonra şehzade Mehmet doğdu kösem sultan buna karşılık olarak Hüseyin Efendi'ye Safranbolu da daha sonra cinci hanı olarak anılacak han'ın yapım masraflarını karşılayacak para verdirmiştir. En nihayetinde hanedanın devamı sağlanmış oldu.

Okullar Yaratıcılığı Engelliyor ... Ken Robinson

Hayran olduğum bir TED Konuşmasından sizlere alıntılar yapmak istiyorum.

Konuşmacı Sir Ken Robinson, konusu " Okullar YARATICILIĞI engelliyor ". Videosu 20 dakika süren bir konuşma, bence herkes dinlemeli, çünkü hepimiz için bir çok bilgi içeriyor.

Ben sizler için ilginç olabilecek bazı bölümlerini yayınlıyorum.


Snitterfield denilen bir yerde yaşadık, Stratford'un biraz dışında, Shakespeare'in babasının doğduğu yerde. Bunu söylediğimde yeni bir düşünceye gark oldunuz mu? Ben öyle olmuştum. Shakespeare'in bir babası olduğunu hiç düşünmemiştiniz, öyle değil mi? Çünkü Shakespeare'i bir çocuk olarak düşünmemiştiniz, değil mi? Shakespeare yedi yaşında? Ben hiç düşünmemiştim. Demek istiyorum ki, O da bir zamanlar yedi yaşındaydı. O da birinin İngilizce sınıfındaydı bir zamanlar, öyle değil mi? Ne kadar da rahatsız edici olmalı.  "Daha fazla çalışmalısın". Babası tarafından yatağa gönderilmiştir, bilirsiniz, Shakespeare'e," Hemen yatağa git, şimdi", William Shakespeare'e, "ve kalemi bırak. Ve bu şekilde konuşmayı kes. Herkesin kafasını karıştıyorsun." 
Belki daha çoğu insanın duymadığı, Gillian Lynne, adındaki harika kadın ile yaptığı konuşmadan esinlenmiştim bu kitabı. Onu duymuş muydunuz? O bir kareograf ve herkes onun yaptığı işleri bilir."Cats" ve "Phantom of Opera" yı yaptı. O harikadır. İngiltere'de Royal Ballet'te bulundum gördüğünüz gibi. Neyse, Gillian ve ben bir gün öğle yemeği yedik ve dedim ki, "Gillian, nasıl dansçı oldun?" Ve o ilginç bir hikayesi olduğunu söyledi, okuldayken,gerçekten ümitsizmiş. Ve okul, 30'lu yıllarda,ebeveynlerine yazı göndermiş, yazıda diyormuş ki "Biz Gillian'da öğrenme bozukluğu olduğunu düşünüyoruz. Konsantre olamıyormuş, durduğu yerde duramıyormuş. Bence şimdi olsaydı hiperaktif olduğunu söylerlerdi? Öyle değil mi? Ama bu 1930'lu yıllarda oluyor, ve daha o zaman hiperaktivite bulunmamıştı. Mevcut bir durum değildi. (Kahkaha) İnsanlar buna sahip olabileceklerinin farkında değillerdi.