26 Eylül 2010 Pazar

Yenikapı Mevlevihanesi .....Sema Töreni

Bugün sabah kalktığımda nereye gidelim acaba diye düşünüyordum, sonra Pınar'ı aradım, ne yapıyoruz, bir fikrin var mı diye sordum. O da uzun zamandır gitmek istediği Semazen gösterisini söyledi.

Daha önce bir yerlerden edindiğimiz bir kitapçıkta her Pazar günü saat 14:00'te Sema Töreni olduğu yazıyordu, yer ise Yenikapı Meslevihanesi. Tamam dedim, gelip alayım seni gidelim.

Yerin adı her ne kadar Yenikapı Meslevihanesi olsa da, yer Yenikapı'da değil, biz o yüzden çok vakit kaybettik. yer aslında Zeytinburnu semtinde. Saat 14:00'ü biraz geçe girdik.

Mekan müthiş hazırlanmış, pırıl pırıl ve içerisi oldukça kalabalık. Şöyle bir yüzdeye vuracak olursam yüzde seksen yabancı turist, yüzde yirmi de Türk var. Yaş grubu ise oldukça ilginç, hemen hemen her yaştan insan var. Hatta gençler ağırlıklı.

Büyük bir sessizlik ile Sema gösterisi başladı. Önce ney taksimleri, sonra selamlaşma ve semazenlerin gösterisi.

Nefes almadan seyrediyorsunuz. Gösteriden önce kapıda dağıtılan kitapçığı okumanızda büyük fayda var, çünkü o zaman hem Sema Gösterisi hakkında, hem de yapılan her şey hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz.

Oldukça bilgilendirici hazırlanmış, bir kaç alıntı yapayım sizler için.

Sema gösterisi yedi bölümden oluşuyor.Birinci bölüm İlhai aşkı temsil eden peygamber efendimizi metheden bir na't ile başlıyor, İkinci Bölümde Kudüm darbesi duyulur, Üçüncü bölümde herşeye can veren nefesi temsil eden bir ney taksimi duyulur, Dördüncü bölüm Sultan Veled devridir. Semazenler birbirini üç kere selam vererek, bir peşrevle dairevi yürürler. Beşinci Bölüm dört selamdır, semazen üstündeki hırkayı çıkararak, sembolik olarak hakikate doğar, kollarını bağlayarak BİRi temsil eder . Altıncı Bölüm Hangi tarafa dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır ve son Yedinci Bölüm bütün Peygamber ve şehitlerimizin ve bütün inananların ruhları için okunan bir fatiha ve devletimizin selameti için okunan bir dua ile biter. Dedeler ve Dervişler sonrasında kimseyle konuşmadan meditasyon için sessizce ayrılır.


Evet, Sema töreni bu şekilde oluyor. Peki SEMA ne? Kitapçık bunu çok güzel izah etmiş; Sema, Türk tarihinin ananesinin inançlarımızın bir parçası olup, Hz. Mevlana ( 1207 - 1273 ) ilhamı ile oluşmuş ve gelişmiş. Kemale doğru manevi bir yolculuğu anlatıyor. var olmanın temel şartı DÖNMEKTİR diyor semazenler.

Neyse, daha fazla anlatmayayım, mutlaka gidin ve seyredin. Dediğim gibi Zeytinburnu'nda bu Mevlevihane ve gösteri 10 TL kişi başı, yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Bu arada Fotoğraf çekmek yasak.

Biz de daha sonra çıktık Kumkapı'daki Balık Festivali çerçevesinde balık-salata yedik. Bu arada orada da çok güzel bir yarışma vardı, en iyi AHÇI yarışması, yaklaşık 7 8 kişilik bir juri, balık çorbası, balık yemekleri tadıp en iyi aşçıyı seçiyorlardı. Oldukça keyifli ve eğlenceli bir yarışmaydı. Biz de hem seyrettik, hem de palamutlarımızı yedik :)) Sonra da evimize döndük.

Bir Pazar günü de böyle geçti ....

Sevgilerimle,
Haluk
26.09.2010 18:30

Facebook varken blogunu kim okuyor ki?

Bir arkadaşım mail atmış, blogum üzerine güzel yorumlar da yapmış ama yazdığı bir yoruma üzüldüm açıkçası, demişki " Haluk'cuğum yazıyorsun tamam da kimsenin okuyup okumadığını bilmeden kim için uğraşıyorsun bu kadar, zamanına yazık değil mi? Ben kimsenin Facebook gibi görsel hitap eden bir yer varken senin veya senin gibi yazanların bloglarını takip ettiğini hiç sanmıyorum, üstelik bilmiyor musun ki bizim toplumumuz okumayı hiç sevmez, Facebook'a anlarsın ne demek istediğimi " ....

Tabi ki bazı gerçekler var, okumayı sevmiyoruz, bu doğru, satılan gazete tirajlarından, kitap satışlarından bunu biliyoruz. Okuyan büyük bir kitle var gibi de gözükse, Türkiye nüfusuna oranlarsak rakamlar küçücük kalıyor.

En çok satan gazetenin tirajının binler ile ifade edildiği  yetmiş milyonluk bir ülkede yaşıyoruz, onlarca kitap çıkıyor ama satışlarına bir göz atın, onlar da on binler ile ifade ediliyor.

Bir başka doğru söylediği şey de Facebook gerçeği. Kesinlikle katılıyorum, görsel şeyleri daha çok seviyoruz, seyretmeyi daha çok seviyoruz.

Üzülmemin nedeni, hakikaten yazılarımı birileri okumuyor mu acaba diye düşünmem değil, arkadaşımın en azından bu tarz yazı yazanların, yani benim gibi blogu olan arkadaşlarımın bloglarını öncelikle kendileri için yazdıklarını düşünmemesi. Ben seyrettiğim 10 tane filmin eleştirilerini buradan yazarken okunma patlaması yaşamayacağımı zaten biliyorum, bunu dur bakalım kimler şimdi beni okuyacak diye de yapmıyorum. Veya Gezi / Seyahat yazılarımı yazarken, bakın ben ne çok geziyorum, nerelere gittim diye de yazmıyorum.

En azından ben, bloguma öncelikle kendimi tatmin etmek için yazıyorum, yazabildiğim her konu da yazmayı seviyorum, eskiden Facebook'ta yazardım, okuyanlar yorum yazardı veya yazmazdı, bazen karşılıklı tartışma ortamı da doğardı, sonuçta benim açımdan nerede ve nasıl yazdığım değil, benim yazmam önemli. Gezdiğim bir yeri anlatırken, oraya bu yazıyı okuyan birileri gittiğinde neler yapmalı diye düşünerek yazıyorum veya o tarz yerleri bilmeyenler için alternatifler yaratmaya çalışıyorum. Gezi yazımı üç kişi okusa da, üç yüz kişi okusa da benim açımdan yazımın değeri aynı.

Bir çok kişi yazı yazmıyor gibi gözükse de, aslında Facebook'ta paylaştığınız her bir yorum, söz, paylaşan kişi için bir yazı aslında. O yazdığı paylaşıma on kişi yanıt verse ve on yanıta da karşı yorum yapsa, hepsini toplasanız zaten bir yazı olmaz mı? Paylaşımların daha fazla yorum alması normal.

Bu yazıyı yazma sebebim, belki bir çok arkadaşım da aynı düşünüyordur diye düşünmem. Yazdıklarımı okuyan da vardır, hiç okumayan da. Sonuçta bu beni yazmaktan alıkoymaz, ben ne hissediyorsam, ne düşünüyorsam duygu ve düşüncelerimi yazıya döküyorum. Bu görüşlerimi paylaşan da olur, paylaşmayan da.

Bir kaç gün evvel kız kardeşim İsviçre'de eşiyle gezerken sinemaya gitmeye karar vermişler. Filmlere bakarken birisinin benim de yorum yazdığım ve yüksek puan verdiğim Experiment adlı film olduğunu görmüş Sibel "buna gidelim demiş, abim yazmıştı, bu film güzelmiş ". Ve o filme gitmişler, çokta beğenmişler. Bu bir örnek bile benim yazdığım yazıdan aldığım hazzı anlatabilmek için yeterlidir sanıyorum.

Yine İğneada gibi tesadüfen gittiğimiz, sonra arkadaşlarımızla son iki üç senedir gittiğimiz bir yeri yazdım, hurriyet.com.tr bloglarında çıktı yazım ve üç binden fazla tıklama aldı, okundu. Bunları bilmek, görmek güzel bir şey.

O yüzden buradan sevgili arkadaşlarıma ve blogumu takip edenlere yanıt vermek istiyorum, ben blogumun okunmasından, takip edilmesinden son derece mutlu oluyorum, bilsem de, bilmesem de.Ama bundan daha önemlisi bir bloga sahip olmak, bana ait olması, özgürce istediğimi yazabilmenin de müthiş keyfini çıkartıyorum. Asla kimse okumuyor diye düşünüyorum, çünkü en azından ben okuyorum....

Sevgilerimle,
Haluk
26.09.2010 11:00

25 Eylül 2010 Cumartesi

Seyrettiğim son 10 film ....

Seyrettiğim son 10 filmin eleştirileri . Puanlamasına göre en yüksek puandan aşağı doğru sıraladım.

1- LA RAFLE : Jean Reno en sevdiğim oyunculardan birisidir, her oynadığı filmin de hakkını sonuna kadar verir. Bu filmde de vermiş tabi. Üstelik film benim favori konularımdan olan 2. Dünya Savaşı ve Hitler dönemini kapsayınca seyretmemem mümkün  değildi.

Konusu; 1942 yılında Hitler'in Fransa ve Parsi'i işgali. Burada yaşayan yahudilerin zaman içinde elimine edilmesi ve bu süreçte Fransızların Almanlara ve Yahudilere verdikleri destek. Bir bölüm Fransızın Almanlardan daha Alman olmasına karşılık, bazı Fransızların da yahudileri kurtarabilmek için gösterdiği çaba. Kesinlikle ON üzerinden ON.

2- IN TO THE FIRE : Oldum olası Uzak Doğu filmlerini çok beğenirim. Özellikle Çin ve Kore bu konuda çok başarılılar. Bu filmde bir Kore filmi. gerçeklerden esinlenerek hazırlanmış bir film. Seyrederken çok etkileneceksiniz.

Konusu; Güney Kore - Kuzey Kore savaşı sırasında çok stratejik bir noktaya Kuzey Kore saldıracaktır, ancak Güney Kore kuvvetleri o an oraya ulaşamamaktadır. Savunmayı ortaokul-lisede okuyan 71 öğrenciye bırakırlar. Bu 71 öğrenci, ellerindeki basit silahlar ile Kuzey Kore ordusuna karşı direnecektir. Oldukça güzel işlenmiş bir gerçek hikaye. Çok ama çok beğendim. ON üzerinden ON.

3- BEAUTIFUL : Yine bir Kore filmi, aslında konu her sinemada aynı şekilde işleniyor, senaryolar da farklı değil. Kore bu tarz dram filmlerinde de oldukça başarılı.

Konusu: Çok güzel bir kızın başına gelenleri anlatıyor. Herkesin çok beğendiği ama bir türlü ulaşamadığı bir genç kıza aşık olan gencin kıza tecavüz etmesi ile başlayan bir süreçte, kızın bu tecavüzü atlatamaması ve güzelliğinin neden olduğu bu olaydan sonra çevre ile sorunlarını anlatıyor. Ben çok etkileyici buldum, mesajlar da oldukça hoş, beğendim. ON üzerinden SEKİZ.

4- KVINDEN DER DROMOTE EN MAND : Yine bir tutku filmi. Aslında sahneler oldukça erotik, konusu da öyle . Yani benzer filmleri seyretmiş olsanız bile bunu da seyredebilirsiniz, beğendim. 

Konusu; Aslında konusu bize yabancı değil, aynı konuda veya benzer konularda çok film seyrettik. Evli ve çocuklu fotoğraf çeken bir kadının, yine evli ve çocuklu bir adamla ilişkisini anlatıyor. İlişki demek aslında zor, müthiş bir tutku ve bu tutkunun getirdiği hiç bir şeyi önemsememe ve delice yaşama arzusu. Çok ailecek seyredilecek bir film değil. ON üzerinden YEDİ.

5- WITCHVILLE : İngiltere tarihi sinema yapımcıları için senaryolar ile doldurulacak bir tarih. Hangi döneme el atsanız mutlaka güzel senaryolar çıkıyor. Bu film de İngiltere tarihi ile ilgili ama biraz daha eskilere uzanıyor.

Konusu; Babası öldükten sonra tahta geçen bir kralın, büyücü ve cadılar ile giriştiği savaşları anlatıyor. Film çekimleri güzel, oyuncular da çok iyi,özellikle Kral Malachi'yi oynayan Luke Goss ve güzeller güzeli MyAnna Buring etkileyici. Hani kaçırmayın diyeceğim bir film değil ama boş zamanınız varsa seyredin dediğim tarzlardan. ON üzerinde YEDİ.

6-POLIGAMY : Metreslerim diye çevrilmiş. Birt Macaristan filmi Aslında konusu ilginç geldi bana, ama nedense bu kadar ilginç bir film için çok iddialı bir kadro seçilmemiş. O yüzden de biraz sıradan bir film olmuş.

Konusu; Bebeği olacağnı öğrendikten sonra panikleyen ve sekste tatmin olamayan bir çiftin sorunları gibi bailıyor, ancak sonra adamın yaşamında gariplikler başlıyor. Her gece eşi değişiyor, yani tip olarak değişiyor ama eşi gibi davranıyorlar. Biraz karmaşık oldu ama seyredince anlarsınız. ON üzerinden YEDİ.

7- 1066 : İngiltere tarihinden bir film daha, bu film oldukça eski tarihlere dayanıyor, Vikingler ile İngiltere'nin savaşlarına. Bu zamanlara kadar geri gidip bu tarz senaryolar üretebilmekte başarılı.

Konusu; Anglo Saksonlar ile Vikinglerin savaşları. O zamanlar güçlü İngiltere, her tarafa savaş açıyor, asker topluyor ve savaşlarından birisi de Vikingler ile. Oldukça bol kan dökme sahnesi var, o yüzden bu tazr filmlerden hoşlanmayanlar bence seyretmesin. Çekimleri ise başarılı diyeceğim. ON üzerinden YEDİ.

8- İNCİR ÇEKİRDEĞİ : Özgü Namal'ın son filmi sanıyorum veya yanılıyor olabilirim. Mardin'de çekilmiş. Oyuncu seçimleri iyi olmasına karşılık ben filmi çok  sıradan buldum, açıkçası beğenmedim.

Konusu; Aslında filmin konusu etkileyici, ölen kardeşler, ölen kardeşlerin eşleri ile evlenmeler ve bunun sonucunda ortaya çıkan aile kavgaları, intiharlar. Bana oldukça karamsar geldi ki nedense bizim filmlerimizde bolca işlenir. Dakikalarca hiç konuşmadan gösterilen yüzler, hiç sohbet etmeyen iki insanın yüzleri. Sanki zaman doldurmaya yarayan bir çok şey. Beğenmediğim için ON üzerinden ALTI.

9- KNIGHT AND DAY : Biz de Gece ve Gündüz olarak gösterildi. Ben artık bu tarz filmleri çok saçma buluyorum ve seyretmekte istemiyorum. Yani insan üstü bir insanın on yüz bin kişiyi tek başına öldürmesi ve o kişiye bir şey olmaması. Tom Cruise sevenler için güzel belki ama Cameron Diaz'cılar da beğenmiş olabilir.

Konusu; Yine ölmeyen adam Tom ile salak rolündeki Cameron. Özel Timin bir türlü öldüremediği Tom'a hadi neyse de, eline ilk silahı alan Cameron'un da özel timcileri haklaması ama bir türlü bir kurşun bile yememesi artık abartının abartısı olmuş. Aksiyon filmi diye çekiliyor tamam ama bu kadarına da pes diyeceğim artık, gerçekten çocuk masalı gibi olmuş. ON üzerinden BEŞ.

10- FOUR LIONS : Ne olduğunu anlamadığım bir film. Aslında terörü çağrıştıran bir tarzı da var ama komik deniyor. Terör konusunu komik bularak çekilen bir film diye seyretseniz de sonunda ölümler olunca filmin ne amaçla çekildiğini pek anlayamıyorsunuz.

Konusu; İngiltere'de yaşayan Pakistan'lı bir kaç gencin bir eylem hazırlığına girişmeleri sırasında başlarına gelen  olaylar. Bunların içinde komik şeyler de var tamam, hatta espriler, diyaloglar komik gibi de, ama sonunda planladıkları bazı şeyleri yapmaları, filmi size sorgulatıyor. ben beğenmedim açıkçası, ON üzerinden BEŞ.


Sevgilerimle,
Haluk
25.09.2010 14:30

21 Eylül 2010 Salı

28.500.000.- TL ....

28.500.000.00.-  Türk Lirası ....

Yani eski haliyle 28.500.000.000.000.- Türk Lirasi....Güzel bir para gerçekten, bu parayı Dünya Basketbol Şampiyonasında ikinci olan Milli Takımımıza Sayın Başbakan verdi, çek olarak verdi, dün öğrendik ki, Türkiye Basketbol Federasyonu da bu paranın nasıl paylaşılacağını yaptığı bir toplantı ile karara bağlamış.

Daha sonra bir avukat bu paranın eşitsizlik yarattığı düşüncesi ile ve hukuki olmadığını söyleyerek iadesini istedi, şimdi de fırtınalar kopuyor.

Bu para hak edilen bir para mı, verilmeli mi? Yoksa verilmemeli mi?

Ben kendi düşüncemi aktarmak istiyorum.

Benzer şeyleri özellikle kurumsal şirketlerde de görebilirsiniz.

Ödüllendirme ve Ceza sistemi bir motivasyon aracıdır. Ve siz bu motivasyon aracını belli kurallara bağlamak zorundasınız. Kriterleri belli olmayan bir ödül ve ceza sistemi olamaz. Kuralsız yaparsanız hak edene hak ettiğini veremediğimiz, vermediğiniz gibi, hak etmeyene de hak etmediğini verebilirsiniz. O yüzden de ödülün ne olduğu, ne zaman verileceği, hangi şartlar altında verileceği belirlenir, aynı şekilde cezanın da.

Basketbol takımımız çok ama çok büyük bir başarıya imza atmıştır, kuşkusuz buna kimsenin itirazı olamaz, müthiş bir Türkiye reklamı olmuştur. Amerika gibi bir basketbol ülkesi ile final oynamıştır. Ancak bu finali kimse ön görmemiş ve inanmamıştır, çünkü inanılsa ödüllendirme böyle son iki maça bırakılmazdı.Daha önceden belirlenirdi her şey, son anda da bu şekilde sorunlar yaşanmazdı.

Özel şirketlerin, sponsorlukların getirdikleri ve/veya verdikleri prime bir şey diyemem, o başarı primidir ve şirket / sponsorların takdirindedir. Firma kendi bünyesinden çıkartır verir. Mesela Ağaoğlu ev verdi hepsine, kimse bir şey dedi mi? Hayır.Daha da fazla versinler, kazansınlar.

Ancak Devletin böyle bir lüksü yoktur. Eğer koymuş olduğu bir ödüllendirme politikası, kanunu varsa bunu uygulamak zorundadır, fazlasını veya eksiğini değil, çünkü para devletin parası değil, bizlerin parasıdır. Bizlerden toplanan vergidir. Devletin parasını siz kafanıza göre harcayamazsınız.

Milli takım ikinci olduğu için gurur duymak başka, onların ödüllendirilmesi başka. O zaman başka branşlarda olan sporcuların başarılarını nasıl ödüllendirecek siniz? Benim anlamadığım şöyle yorumlar var, Futbol / Basketbol farklı, onlar daha geniş kitlelere hitap ediyor, diğerleri etmiyor. Yani Eskrim'de 1. olan bir milli takımımızın başarı ölçüsü daha düşük, neden, çünkü eskrimi Türk halkı seyretmiyor, bilmiyor. Katılmayalım o zaman, madem gurur duymayacağız, madem ödüllendirme de en alta koyacağız, neden katılıyoruz, hangi sporcu başarısının küçümsenmesini arzu eder?

Ben sayın avukatı son derece haklı buluyorum, böyle bol keseden para dağıtmayı da kendimce eşitsizlik olarak görüyorum, ödül verilsin buna itirazım yok ama nasıl belirlenmişse öyle verilsin, sponsorlara bir kıstas yok, onlar istedikleri kadar versin ama Devlet halkına eşit durmak duırumunda, basketbolcu ile halterciyi, güreşçi ile eskrimciyi birbirinde ayıramaz. Ulusal başarıysa ulusal başarılar da devlet ne yapıyorsa onu yapmalıdır.

Sevgilerimle,
Haluk
21.09.2010 12:00

20 Eylül 2010 Pazartesi

1 Dizi & 7 film eleştirisi .....

The Pillars of the Earth

Son günlerde seyrettiğim en güzel mini dizilerden birisi.

12. yüzyıl İngiltere'sindeki akıl almaz din ve güç oyunları. Çekimler mükemmel, Oyuncu seçimleri de aynı şekilde.

Üstelik katedralin gerçek bir öyküsünü seyrediyorsunuz, bugün katedral tüm muhteşemliğiyle ziyaret edilebiliyor.

Bence diziyi mutlaka seyredin, çok keyif alacağınıza eminim, tabi tarihi ve o eski Krallık dönemini anlatan tarzda filmler seviyorsanız, örnek olarak, Tudor tarzı diyebilirim. Diziye On üzerinden ON veriyorum.

Filmler arasında en çok beğendiğimden başlayarak devam edeyim.

L'Affaire Fareweel - Elveda

Soğuk savaş döneminni anlatana bir casusluk filmi. 1980-81 yıllarında KGB'den bir Albayın komünizme inancını kaybederek Dünayyı değiştirmek istemesini konu alıyor.

Fransız bir mühendis ile iletişime geçerek, bir çok gizli belge ve bilgiyi onun kanalıyla Amerika'ya aktarması ve bu sırada geçen olaylar.

Ben beğendim, On üzerinden Sekiz.

Robin Hood

On bin yüzüncü defa hakkında film çevrilen efsanevi Sheerwood Ormanı kahramanı Robin Hood. Bu sefer bir usta oynamış, Russell Crowe. oldukça da iyi oynamış bence.

Ancak, bu seferki Robin Hood'un diğerlerinden bir farkı var, bu film Robin Hood Sheerwood Ormanlarına kaçmadan önceki dönemini aktarıyor, dolayısıyla Robin Hood'un neden bu efsanevi isme sahip olduğunu da böylelikle öğrenmiş oluyoruz.


On üzerinden Yedi.

Black Death 

Yine başrollerde çok tanıdık bir isim. Sean Bean. Ona bu şövalye rolleri çok gidiyor. Bu seferde öyle Piskopos tarafından Dini yaymakla görevlendirilen şövalyelerin yaşadıklarını anlatıyor. Tabi bu şövalyelerin karşılaştıkları veba, cüzzam gibi hastalıklarla mücadelelerinde dini nasıl yaymaya çabalarını da.

Film aslında çok kötü değil, oyuncu seçimleri de güzel.


On üzerinden Yedi.

Hideous Kinky

Aslında Afrika kıtasında çevrilen bütün filmlere hayranlık duyuyorum, çünkü o bölge bana çok egzotik geliyor. Hani bir çok Avrupa ve Amerikan filminde filmin bazı bölümlerinde gökdelenler, betonlaşmış binalar gösterilir, Afrika filmlerinde ise doğa ve vahşi dünya vardır.Filmi seyrtemeniz için bir başka neden ise tabi ki Kate Winslet. İnanılmaz güzel sahneler var, filmin konusu çocukları ile birlikte Afrika'ya gelen bir kadının yaşamı ve başına gelen olaylar.On üzerinden Yedi.

The Diplomat

Dogray Scott'un bir filmi ama sanırım ya ikincisi çekilecek veya çekildi ben de yok, çünkü film yarım kaldı, ya da bence yarım kaldı.

Yine Ülkeler arası yasal olmayan işler, kaçakçılık ve Devlet-Gizli Haber Alma örgütleri ile diplomatik yoldan geçişler.

Oyuncular fena değil ama çokta sürükleyici diyemeyeceğim.


On üzerinden Altı.

Iron Man 2 - Demir Adam 2

Birincisini seyrettiğimde beğenmiştim ama ikincisi biraz zorlama olmuş gibi geldi bana. Hani bu tarz filmler mutlaka bir seriye bağlanması gerekiyormuş gibi nedense. Sanıyorum bunun ana nedeni, genelde çizgi roman karakterleri oldukları için, devamlı maceraları olması gerektiği düşünülüyor.

Ancak ben dediğim gibi beğenmedim, belki çekimleri için çok para harcanmış ama Robert Downay Jr bile filmi kurtarmaya yetmiyor bence. On üzerinden Beş.

The Expendables

Film belki de son zamanlarda bu kadar çok meşhur oyuncuyu bir araya getiriyor. Kimler yokki filmde, Sylvster Stallone, Jason Statham, Jet Li, bir kaç sahnesinde Bruce Willis falan ama filme baktığınızda gördüğünüz bir RAMBO filmi.

Binlerce adam öldürüp hiç ölmeyen beş altı kişi. Yani harcanan paraya baktığınızda inanılmaz, kim bilir kaç milyon dolar harcanmış ama konu aynı. Bir dert var, eski paralı askerler bu sorunu çözüyor, çözerken de ölen yok. Bence On üzerinden Beş.

Sevgilerimle,
Haluk
20.09.2010 16:00

18 Eylül 2010 Cumartesi

Yetinmek ....

Yetinmek....

Kelime anlamına baktım, yetinmek Türk  Dil Kurumu Büyük Sözlükte, Bir şeyi kendisi için yeter bularak daha çoğuna gerek görmemek, daha çoğunu istememek, kanaat getirmek diye tanımlanmış. Bir başka kısa tanımı da erişmek, yetişmek şeklinde verilmiş.

Aramızdaki sohbetlerde hep kullanırız, yetinmeyi değil mi? Örneğin; Yetinmeyi bilmek lazım deriz. Yetinmesini bilmezsen elindekilerden de olursun deriz.

Peki insanoğlunun yetindiği ne var yaşamımızda? Ben şöyle bir baktığımda, kimsenin elindeki veya elindekiler ile yetindiğini görmüyorum.

Örneğin; Sabancı Grubu, Koç Grubu,  Aydın Grubu vs, vs  ..yani İş yaşamına baktığınızda hiç elindekiler ile yetineni gördünüz mü? TDK'nın tanımıyla artık bu kadar fabrika yeter, daha fazlasına gerek duymuyorum diyen bir patrona rastladınız mı? Bu büyük holdinglerin bilmem kaç tane şirketi olduğu halde hala başka sektörlerde faaliyet gösterecek yatırımlar da bulunmasının altında sadece Türkiye Ekonomisini canlandırmak mı var?

Rahmetli Sakıp Ağanın sözünü unutmayalım; Misket oynamaktan amaç ütmektir demiş :)

Örneğin; Evlendikten sonra karı, koca çalışan bireylerin ellerindeki olanaklar ile sürekli yatırım yapmaları, yetinmenin bir karşıtı değil mi? Ev aldık, yazlık alalım, yazlık aldık, devre mülk alalım, bir ev daha alalım, bir şeyler daha alalım..

Tabi ki alınacak, kazanılan paralar bir şekilde yatırım yapılarak değerlendirilecek, asla bunun tersini söylemiyorum ve eleştirmiyorum da, bunların yapılmasını da gelecek için elzem görüyorum, ne yapacaklar kazanıyorlarsa değerlendirecekler, bundan daha doğal bir şey yok.

Söylemek istediğim YETİNMEK biz insanoğlu için çok uygulanabilir bir şey değil. 

Seven daha çok sevmeyi, sevilen daha çok sevilmeyi ister, siz hiç sen beni yeteri kadar seviyorsun, daha fazla sevmene gerek yok diyen birisini gördünüz mü, duydunuz mu? Ancak, siz ne kadar severseniz sevin, asla karşınızdaki yetinmez, ne kadar sevilirseniz sevilin, asla yetinmezsiniz, fazlasını istersiniz.

O yüzden ben Yetinmek biz insanoğlunun çok kullandığı bir şey değildir diye düşünüyorum. Hatta biraz daha ileriye gidiyorum, yetinmek bizi yavaşlatan bir şeydir diyorum, elde ettiğinizde veya daha fazlasını elde edebileceğinizi düşündüğünüz hiç bir şeyde yetinmezsiniz, tamam ben daha fazlasını istemiyorum diyemezsiniz.

Ancak şöyle bir gerçek var ki, elde etmeye çalıştığınız o FAZLAYI elde edemez, ve elinizdekinden olursanız, o zaman YETİNMENİN ne demek olduğunu anlarsınız, KEŞKE dersiniz, KEŞKE bu kadarını istemeseydim.

İlişkilerde de öyle, asla elimizdekinin değerini bilemeyiz, karşılıklı bilinçli veya bilinçsiz hep fazlasını istediğimizi belirtiriz, hissettiririz, anlasın isteriz, anlatmayı deneriz, yetmiyor deriz, isteriz de isteriz. 

Sonra, karşımızdaki kaybolur, geriye dönüp baktığımızda da fazlasını isterken elimizdekinden de olduğumuzu anlarız ve pişmanlık duyarız.

Yetinmek duygusu doğuştan mı gelir, öğrenilir mi bilemiyorum, ama gerçekten yetinmeyi bilen insanların yaşamlarının daha mutlu ve keyifli geçtiğini düşünüyorum, ne elde ettiğinin, neye sahip olduğunun farkında olup, daha fazlasını istemiyorsa, ondan daha keyifli kim olabilir ki .....

Sevgilerimle,
Haluk
18.09.2010 14:00

Trafik Kazaları ve Biz .......

Hepimizi derinden yaralayan ve ne zaman kimin başına geleceğini bilmediğimiz bir ölüm veya yaralanma ...

Evet TRAFİK KAZALARINDAN bahsediyorum, gün geçmiyor ki Türkiye'nin bir yerinden bir trafik kazası haberi duymayalım, insanlarımız bu kazalarda ölüyor, yaralanıyor. Hepimiz çok üzülüyoruz, hele yakınlarını bu tarz kazalarda kaybedenlerin acısını tahmin edemiyorum.

Neden bunu yazmak istedim? Çünkü, durduramıyoruz......

Bakın internetten bir araştırma yaptım, o kadar inanılmaz sonuçlar çıktı ki, belki rakamları böyle verince gerçekten ne kadar büyük bir sorun ile karşı karşıya kaldığımızın farkına varabiliriz.

Türkiye'de 1980 - 2000 yılları arasında, yani 20 yılda tam 3.480 kaza olmuş, ölü sayısı 116.000, yaralı sayısı 1.600.000......Peki  2000 - 2010 yılları arasında yani son 10 yılda ne  ne olmuş, 45.000 ölü, 1.500.000 yaralı.

Yani son 30 yılda nereden baksanız 160.000 ölü.

Örnek teşkil etmeyecek belki ama ABD'nin Irak savaşı sırasında ki bu bir SAVAŞ, kaybettiği asker sayısı 5.000 civarı.

Beni en çok üzense artık bunlara aldırış etmeyişimiz, yani Trafik Kazalarını ve bu kazalarda hayatını kaybeden insanlar için anlık ve kısa süreli üzüntüler duyuyoruz ama sonra geçiyor. Yolda giderken bir kaza görsek, üzülüyoruz, yanından geçerken yavaşlıyoruz, bakıyoruz, Allah Korusun diyoruz, bir kaç kilometre sonunda gaza basıp gidiyoruz. Peki o arada ne düşünüyoruz? Kim o anda ne olduğuna dair bir fikir yürütüyor da, ben daha dikkatli gideyim diyor? Çok azımız ....

Biz neler mi yaparız;


  • Trafik kurallarına uymayı sevmeyiz, 
  • Trafik polisini hiç sevmeyiz, 
  • Trafik kuralını ihlal edip, Trafik Polisinin bizi idare etmesini isteriz, 
  • Hatta cezayı yazdırmamanın ( !! ) yollarını ararız, 
  • Cezayı yesek  veya kurtulmuş olsak da, sonra yine aynı hataları tekrarlamaktan kaçmayız, 
  • Alkollü araba kullanmayı ve yakalanmamayı marifet sayarız, 
  • Hız sınırını aşıp bir yere diğerlerinden on dakika önce varmayı büyük başarı görür, bir de üstüne geride kalıp, trafik kurallarına uyarak gelenler ile dalga geçeriz,
  • Sarhoşken, araba yolu bilir der, bırak ben kullanayım diyene arabamızı vermeyiz.
  • Ben nerede çevirme var bilirim demeyi marifet sayar o yüzden de alkollü araba kullanmaktan çekinmeyiz
  • Güvenlik şeridi diye bir şey bizim trafiğimizde yoktur, yol yoldur, her zaman herkes her taraftan geçilebilir.


Daha sizlere bir çok neden sayabilirim ama bu nedenler yüzünden ölen insanların çektiği acıları da anlıyoruz deriz. 

Anlayan insanlar bunları yapar mı? ....

Sevgilerimle,
Haluk
18.09.2010 11:30

17 Eylül 2010 Cuma

Yaptığımız her şey çocuklarımız için ( mi? ) .....

Yaptığım her şey çocuğum için, onun iyi bir geleceğe sahip olması için .

Böyle bir söylemin arkasında durmayacak olan var mı, ya da altına imza atmayacak olan? Yoktur, sanmıyorum. Bir çok arkadaşımla sohbetlerimizde biz de aynı şeyleri dile getiriyoruz.

Genç boşanmış, küçük çocuklu anne-baba'lardan tutun, yetişkin çocuk sahibi olan evli veya bekar anne-baba'ların hepsinde bu vardır, olması da abes değil, olması gerekendir.

Ben bu yaşa gelmişim, benim babam hala benim bir evim olmadığı için üzüntü duyuyor, sonuçta baktığınızda çocuklarımız bizim herşeyimiz, gerçekten de onlar için yapamayacağımız şey yok.

Bugün hurriyet.com.tr'da okuduğum bir haberden sonra bunu yazmak istedim, haber diyor ki; " Çocuğunuz için iyi bir hayat istiyorum diye işe ayırdığınız zaman, onu kaybetmenize neden olabilir. "

İlk başlarda bir anlam yükleyemeseniz de sonuçta çok mantıklı değil mi? İşe ayrıdığımız zaman yüzünden beslenmesinden tutun da derslerine kadar yeteri kadar ilgi gösterebiliyor muyuz? Sorulduğunda da ben her şeyi onun için yapıyorum demiyor muyuz?

Haberin devamında Piskiyatristler bunu çok tehlikeli bulduklarını, intihar vakalarını incelediklerini ve ilgisizliğin gençleri intiharlara süreklediğini, hatta intiharlardan % 25inin  15-24 yaş grubu olduğunu söylüyor.

Çok ama çok önemli bir rakam. Düşenebiliyor musunuz yüzde yirmi beş, ve acı olan tarafı daha yaşamının başında 15 - 24 yaş grubu. Gencecik üstüne titrediğimiz çocuklarımız bunlar.

Sohbet ettiğimiz arkadaşlarımdan da biliyorum, kendi hayatını hiçe sayıp, varını yoğunu çocuk veya çocuklarına adayan, kendisini ikinci plana atan anneler-babalar. Bunun da iyi olduğunu düşünmüyorum, arkadaşı olacağım derken sıkıcı, polisci, üstüne titrenilen çocuk olmakta o çocuklara bir şey vermiyordur diye düşünüyorum.

Sonuç olarak çocuklarımıza vakit ayırabilmek çok önemli, onların kendi dünyalarına belki giremeyiz ama o dünyalarında bize yer açmalarını sağlayabiliriz, onları dinleyerek, isteklerini anlayışla ölçüp biçerek, bizlerin değil onların ne istediğini öğrenmeye çalışarak...hatta onlarla çocuk olarak.

Çocuklarımız bizim her şeyimiz ama öncelikle kabul etmemiz gereken onların da bir birey olduğu ve anne-baba kadar anlayış ve sevgi bekledikleri greçeğini göz ardı etmeden ...

Sevgilerimle,
Haluk
17.09.2010 13:30

Referandumdan sonra ......

Nasıl  referandum demokratik bir süreçse, referandum sonrası eleştiriler ve değerlendirmeler de demokratik bir süreç.

Peki, bu demokratik süreç sonunda halkımız ne demiştir, % 58 EVET, % 42 HAYIR.

Sonuçta çoğunluk değil, bir yarışma gibi sunulan Demokratikleşme yanıtlardan birisini seçmek zorunda olduğunuz, ama Joker kullanma hakkı ve Pas geçme hakkı olmayan bir yarışma şekline dönmüştür.

Halk ikiye bölünmüştür eleştirisine pek katılmıyorum, eğer bir seçim varsa halk her zaman ikiye veya daha fazlaya bölünecektir, doğal değil mi? Hani fantezik bir düşünce ama, halkımıza sorsalar ve deseler ki, Annenizi mi daha çok seviyorsunuz Babanızı mı? Ne yanıt vereceğiz? Seçimse, demokrasi için oyumuzu kullanmak zorundaysak, birisini seçeceğiz değil mi? Diyelim Annemiz % 58 çıktı, Babamız % 42 ...Bunu nasıl yorumlayacağız, Vatandaş Anneyi Babadan daha çok seviyor şeklinde mi? 

Evet'lerin içinde mutlaka bu pakete inanan ama Hükümetin politik görüş  ve uygulamalarına inanmayan kitleler olduğu gibi, Hayırcıların içinde, bu hükümeti destekleyen ama bu paketi son derece sakıncalı bulan kesimler de vardır.

Bu da seçimlerim doğal bir sonucu.
Ben ne olursa olsun, bu seçimde en büyük travmayı 12 Eylül'ü derinden yaşayan, eşini, dostunu, çocuklarını, arkadaşlarını 12 Eylül'den sonra kaybeden insanların yaşadığını düşünüyorum. Sağcı veya Solcu veya Muhafazakar, karşılarına o dönemin sorumlularını yargılayacağız gibi bir savla çıkan bu pakete kayıtsız kalamadıklarını düşünüyorum.

Referandum sonucunda EVET veya HAYIR çıkması aslında benim çok umurumda değil, ben HAYIR dedim ama EVET çıkmasına da üzülmedim, Neden? Çünkü önemli olan uygulamalardır, siz o paketteki Anayasa düzenlemelerini nasıl hayata geçireceklerini izlemelisiniz, HAYIR çıksaydı, bugünden farkı olmazdı, olmayacaktı, peki EVET çıktı, şimdi bizi ne farklılıklar bekliyor, Hükümet bu yasada getirmek istedikleri ve demokratik olarak aldığı EVET onayını nasıl hayata geçirecek? Bu önemli, bundan sonra takip edilmesi gereken de bu olmalı.

Bazı şeyleri yaşamadan anlamak zordur, hayatında doğurmamış bir kadının doğum sancısını anlatmaya benzer bazı şeyler, yaşandıkça ve tecrübe edildikçe bir takım şeyler yerine oturur. O yüzden EVET çıkması HAYIR diyen kesimi korkutmamalı, tam tersi, aslında Hükümetin bu uygulamaları hayata geçirmesi sırasında vermiş oldukları sözlerin ne kadarını yapabileceğini takip etmeli, küsmeden, kızmadan ve hatta bazı uygulamalarına da destek olarak, çünkü bu VATAN BİZİM, bu topraklar bizim, bu insanlar bizim insanlarımız. Onlara küsme ve onları yok sayma lüksümüz yok.

Bizlere düşen görev, doğrularımızı daha çok paylaşmak, doğru bildiğimiz şeyler içinde mücadelemize devam etmek. Bu milletten bir şey olmaz diyerek biz küsersek, meydanı cahillere bırakırız, onlar da istedikleri gibi at oynatırlar.

Artık bugün EVET-HAYIR'ı geçtik, önümüzde çok ama çok önemli bir PKK sorunu ve bu sorunu sürekli tetikleyen KÜRT Sorunu var. Silahla bir yerlere gidilemeyeceği artık anlaşıldı. Şehit olan askerlerimizi, vatandaşlarımızı duymaktan sinirlerimiz harap oldu. Bu sorun sadece Hükümetin sorunu değildir, bu Türkiye'nin sorunudur ve ivedilikle çözümlenmelidir. Aksi takdirde PKK Terörizmi bu halkı bölmeyi başarabilir ki bu da Türkiye Cumhuriyeti için çok büyük bir tehlike oluşturur.

Özetle, Hükümet-Muhalefet ve Sivil Toplum Örgütleri bir an önce yanyana gelip, bu sorunu çözmek için ne yapacaklarını belirlemeliler, işin şakası kalmamıştır. Siyasi oyunların, menfaat çatışmalarının artık sonu gelmeli ve bu mücadeleyi veren herkesin bir amacı olmalı, o da TÜRKİYE CIMHURİYETİ'ni korumaktır. Madem bizlerin oyları ile oralara geldiler, bunu da hakkını vererek yapmalılar. Aksi takdirde gerçekten Türkiye'yi dünden, bugünden daha büyük bir kaos beklemektedir. 

Umarım bizler tarafından seçilen bu seçilmişler, bunların farkında olup bir araya gelmeyi başarabilirler....

Sevgilerimle,
Haluk
17.09.2010 08:30