28 Ocak 2011 Cuma

Facebook Profil Fotoğrafları .....

Artık yaşamımızın vaz geçilmezlerinden birisi Facebook oldu, bu çok aşikar. Yaptığımız, yaşadığımız bir çok şeyi orada paylaşıyoruz, yeni arkadaşlar ediniyoruz, gruplar kuruyoruz veya katılıyoruz.

Siyasetten spora, müzikten eğlenceye, gezilerden davetlere kadar bir çok paylaşımı arkadaşlarımızla paylaşıyoruz. Bunun yanında bir çok şirket, banka, devlet kuruluşları, gazeteler bile Facebook'ta yerini aldı. Eleştirsek bile bu paylaşımlardan çok fayda gördüğümüzü sanırım hepimiz kabul ediyoruz.

Benim burada bahsetmek istediğim Facebook Profillerimiz. Sonuçta bu platformu kullanmanın birinci kuralı bir profil yaratmanız. Ancak ondan sonra diğer paylaşımları yapabiliyorsunuz. Profil yaratırken de aslında beklenti sadece e-mail adresi ve bir kaç zararsız bilgi, sonrası tamamen size kalmış. Ancak, tabi sadece profil yaratmanız yetmiyor, paylaşımlarınızı yaptığınız bir sosyal kitleniz ve arkadaşlarınız da olmalı ki, siz de o kişilerin yaptığı paylaşımlardan faydalanın. O yüzden profil yarattıktan sonra bu sefer sosyal ağınızı genişletmeniz gerekiyor.

Buraya kadar tamam, hemen hemen herkesin minimum yaratabileceği bir yirmi kişisi vardır. Onları da yarattık diyelim, şimdi işin en esaslı bölümü geliyor. PROFİL FOTOĞRAFI. İşte burada sizin paylaşıma açtığınız profilinize koyduğunuz fotoğrafın önemi geliyor. Benim bu yazıyı yazma sebebim de bu. Facebook hesabınıza seçtiğiniz ve koyduğunuz fotoğrafı hangi kriterlere göre seçiyorsunuz? Tamam, istediğiniz zaman istediğiniz fotoğrafı seçip değiştirebiliyorsunuz ama seçiminizi neye göre yapıyorsunuz?

Buna kendimden başlayarak yanıt verebilirim, bazen konuya uygun fotoğraf seçsem de aslında en keyifli gözüktüğüm fotoğrafları seçiyorum, hani bakınca önce beni mutlu eden fotoğraflarımdan seçmeye çalışıyorum. Başkaları neye göre seçiyor açıkçası bilemiyorum ama hani fotoğrafa baktığınızda kafanızda bir takım fikirler geliştirebiliyorsunuz da ne kadar doğru tahminde bulunuyorsunuz orasını kestirmek zor :)

Burada aslında fotoğraf seçiminin doğru bir kriter olduğunu düşünüyorum, Facebook'ta bunu ön plana çıkartıyor zaten. Örneğin; hiç tanımadığınız birisi sizinle arkadaş olmak istediğinde onun fotoğrafını getiriyor sadece, bilgilerini değil. Yani mesaj burada; bak bakalım bu arkadaş seni listesine eklemek istiyor, tanıyor musun? Yok tanımıyorsan, tanımak ister misin?

Ben kişilik olarak beni ekleyenleri çok detaylı araştırmalar yapmadan kabul ediyorum, özellikle ortak arkadaşlarımıza bakıyorum, ortak arkadaşımız da yoksa kabul ettikten sonra profiline girip tanımaya çalışıyorum veya öyle kalıyor. Bir keresinde yine böyle bir arkadaşı kabul etttim, ortak arkadaşımız da yok, profiline bakacaktım ama araya bir şeyler girdi, unuttum ve bakamadım. Bir süre geçtikten sonra bir kaç arkadaşım telefon etti, Haluk kim bu falan diye. Hayrola dedim ne oldu ki, abicim dediler sen bakmadın mı bu arkadaşa hiç, hayır dedim bakmadım, eh dediler bir gir bak.

Tabi girip baktıktan sonra silmem bir oldu, belli ki sahte bir kimlik ve sahte fotoğraflar ama hepsinde cinselliğin çok ön planda olduğu fotoğraflar. O yüzden fotoğraf seçimleri önemli diye düşünüyorum. Sonuçta seçtiğiniz ve onayladığınız kişi aslında çok önemli, siz onu onaylayarak sadece kendinize arkadaş olarak almıyorsunuz, onu kendinizin oluşturduğu sosyal ağınıza davet ediyorsunuz.  Bunu yaparken de maalesef ilk kriteriniz Fotoğraf.

O zaman soruyorum, siz profilinize koyduğunuz fotoğrafı hangi kriterlere göre seçiyorsunuz? :))

Sevgilerimle,
Haluk
28.01.2011 12:45

İstedim ve Yaşadım ....

İlişkilerimizin ölçüsü nedir? Bir ilişkiye " güzel " diyebilmenin, " harika gidiyor " diyebilmenin kriterleri nelerdir? Neden sohbetlerimiz de ilişkimizi tanımlarken hep ilk anlardaki heyecana bakarak mukayese ederiz? Ben kendimce bu noktada bir tanımlama yapmak istiyorum, katılır mısınız bilemiyorum.

İlişkiye başlangıçlar, hatta başlama kararı ilişkilerin ilk kriteridir. Hayatınızda kimse yoktur, yaşamınıza birisini almak istersiniz, sizi anlayan, dinleyen, paylaşan birisini. Seven özellikle demedim, sevgi ilişkiye başladıktan sonra şekilleneceğine inandığım bir şey olduğu için demedim. Önce inanmak ve güvenmek istersiniz. Sizinleyken mutlu olduğuna, onunlayken mutlu olduğunuza. Bu da zamanla sevgiyi yaratır. Sevgi emek ister sözü de bu anlamda ortaya çıkmıştır. Emek verirsiniz, karşılığını aldıkça da daha fazla verirsiniz. O yüzden ilk aşamada hissetmeniz gereken o kişinin sizin varlığınızdan mutlu olduğunu ve o kişiyle geçen zamanınızda da sizin kendinizi mutlu hissetmeniz önemlidir.

Kararınızı verirken kendinizce belirlediğiniz kriterleriniz vardır. O yüzden her karşınıza çıkanla sevgili olmazsınız. O kişiyi bir süre izlemeniz, kişiliğini öğrenmeniz, karakterini, davranışını ve tabi hepsinden önemlisi sizi neden istediğini anlayabilmeniz önemlidir. Bunlardan emin olduktan sonra ben bu ilişkiyi yaşamak istiyorum diyebilirsiniz. Ve bu kararı verdikten sonra artık sonu ne olursa olsun almış olduğunuz kararın arkasında Pişmanlıklar yaşamadan durabilmelisiniz, çünkü siz bu kararı alırken kendi başınıza alıyorsunuz, sizi kimse bu ilişkiyi yaşamak için zorlamıyor. Erken alınmış bir kararsa bu da sizin sorumluluğunuz da, yeteri kadar tanımadan almış olduğunuz bir birliktelik kararı sizin eseriniz, asla karşınızdakini suçlamayın.

Diyebilirsiniz ki, benim tanıdığım kişi bu değildi, zamanla değişti, bana farklı yüzünü gösterdi, o zaman her şey mükemmeldi ama sonra değişti. Bunun gibi bir çok neden sıralanabilir ama şu gerçek değişmez, ilişki kararını siz verdiyseniz, bunlara da hazırlıklı olmalısınız. İnsanların değişebileceğini hesaba katmalısınız. Siz de değişiyorsunuz, sadece karşınızdaki insanın değiştiğini düşünmeyin.

Ben ilişkileri en çok zorlayan şeyin beklentiler olduğunu düşününlerdenim. Örneğin; ilişkinin ilk günlerinde birbirini tanımak için harcanan zamanın hep yanıltıcı olduğunu, ilişkinin gerçek boyutunun tanışma bölümünün aşıldıktan sonra rutine binen kısmında yaşandığını düşünüyorum. Hayatını hiç bilmediğim bir sevgili adayını tanımak için harcadığım çaba bir sevgi göstergesi olarak algılanmamalı, ama sizler de hak vereceksiniz ki ilk günlerde sıcak ve sık yaşanan sohbetlerin, günlük, rutin yaşam içinde azalması ve paylaşımların daha çok ikili yaşama dönmesi kadar normal bir şey olamaz. Halbuki, bu bir çok kişi tarafından eskiden şöyleydi, böyleydi diye tanımlanır, sanki hep öyle devam etmesi gerekiyormuş gibi bir beklenti oluşur.

Özetle, ilişkiye başlama kararı aldığınızda sonucu ne olursa olsun pişman olmayacağınız bir karar olmalı. Bu yaşayacağınız ilişki de mutsuz da olabilirsiniz, keyifsiz anlar da yaşayabilirsiniz ama sorun değil, siz istediniz bunu, yaşamak istediniz, bunu hiç bir zaman göz ardı etmeyin. Eğer bugün herkes yaşama kararı aldığı ilişkinin üç ay sonra, altı ay sonra nasıl olacağını görebilseydi, sanırım hayatın hiç bir anlamı kalmazdı. Hayat değişimler ve sürprizler ile dolu. Önemli olan sizin kendi kendinize vermiş olduğunuz kararlardan pişman olmamanızdır. İSTEDİM ve YAŞADIM demenin mutluluğunu yaşayın .....

Sevgilerimle,
Haluk
28.01.2011 10:20

27 Ocak 2011 Perşembe

Dijital Çerçevenin Pozitif etkisi ....

Teknolojinin nimetlerinden faydalanmayı seviyorum. Bunun son örneklerinden birisi -ki yeni bir teknoloji olmamasına rağmen ben yeni kullanmaya başladığım için yazmak istedim - Dijital Çerçeve.

Yılbaşından bir kaç gün evvel Pınar ile birlikte hediye alış verişi yaparken gördük bu çerçeveleri. Uzun zamandır piyasada var, biliyorum ama fiyatları hakkında bir bilgim olmadığı için nedense pek üstünde durmamışım.

Media Markt'da 60 Tl civarında görünce bir tane aldım, bir de üstüne 4 GB hafızaya sahip kart aldım.

Eve gelir gelmez açtım, klasik Türk erkeği olarak kullanma talimatını okumadan başladım oynamaya ama tabi her zamanki gibi başarılı bir operasyon olmadı. Sonunda kullanma talimatını takip ederek, gerekli ayarlamaları yaptıktan sonra içine gelişigüzel fotoğrafları yüklemeye başladım, sonra da hadi bakalım oynat dedim.

Muhteşem bir şey bu dijital çerçeveler arkadaşlar, hani bir arkadaşınıza falan hediye almak istiyorsanız bence en ideal hediye, çünkü bilgisayarınızda duran ve belki çekildikten sonra bir daha hiç bakmadığınız fotoğraflar sürekli gözünüzün önünde. Masanıza koyduğunuzda bir gözünüz arada sırada kayan fotoğraflara takılıyor, dikkatinizi çekiyor. Güzel anılar, keyifli geziler, sevdiğiniz dostlarınız, eşiniz, sevgiliniz, çocuğunuz.. Kısacası dinamik bir anı defteri.

Ben bunun teknolojiden öte bir başka sosyal tarafına değineceğim. Genellikle sevdiğimiz bir çok arkadaşımız vardır ama hani arada sırada veya bir program yapılacaksa veya benzeri durumlarda ararız, sorarız. Veya anneniz, babanız, sevgiliniz, eşiniz, çocuğunuz, dostunuz ..hep bir şeyler olmasını bekleriz veya kafamızda şekillendirdiğimiz zamanlar da arar sorarız. Halbuki inanın bu dijital çerçeveler sayesinde sevdiklerinizle daha fazla irtibata geçiyorsunuz, o anı birden görmek, o anı anımsamak sizin o kişi veya kişileri aramanızı, sesini duymanızı tetikliyor.

Hatta ben kafaya koydum, bendeki küçük bir ekran, bunların daha büyükleri de var, onlardan bir tane eve alacağım, tablo gibi asacağım, aktif bir fotoğraf albümü olsun evimde, ben mi olaya çok pollyannaca yaklaşıyorum yoksa gerçekten bu kadar etkili mi bilemiyorum ama şunu biliyorum ki, canım sıkkınken bile o çerçeveye baktığımda gülümsüyorum, çünkü çok güzel şeyler yaşamışım, sevdiklerimle ve sevenlerimle geçirdiğim o güzel anıların ben de yeniden canlanması, benim negatif enerjimi alıp götürüyor.

Siz de deneyin bakalım, sizde de aynı etkiyi yaratacak mı?

Sevgilerimle,
Haluk
28.01.2011 10:30

26 Ocak 2011 Çarşamba

Muhteşem bir film .... Zoraki Kral

Sizlere son zamanlarda seyrettiğim en güzel filmlerden birisini tavsiye edeceğim, filmin orijinal adı The King's speech, bize çevrilmiş hali Zoraki Kral.

Gerçek bir hayat hikayesinden esinlenerek çevrilmiş bir film Zoraki Kral ve bir tarihe ışık tutuyor. Böyle olunca ben de gerçekten ne kadar tarihle özdeşlemiş diye düşünerek Google yoluyla Vikipedi'den film ve konusu hakkında biraz araştırma yaptım, bunları da sizler ile paylaşmak istedim.

Bu arada filmin Türkiye'de gösterime girişi Şubat 2011 olarak gözüküyor.

Öncelikle aşkı için kral olmaktan vazgeçmesi ile VIII. Edward tarihe geçenlerden, gerçekten de 1936 yılında Babası ve Kral V. George ölünce tahta geçen ve kral olan VIII. Edward'ın hayatı bir başka film olur. O zamanın muhafazakar İngiltere'sinde, 1930 yılında tanıştığı ama evli olan Bayan Simpson'a aşkı Kraliyeti zor duruma sokmuş, ancak Edward aşkından vazgeçmemiş ve onun boşanmasını beklemiş. 

Kral öldükten sonra tahta geçmesine rağmen Bayan Simpson'un boşanması ve evlilik için istediği izini İngiliz Hükümetinin vermemesi üzerine de krallıkttan vazgeçmiş ve yerine kardeşi VI. George kral olmuş.

Film zaten VI. George üzerine kurulu. Kardeşi krallıktan çekilince istemeden Kral olan VI. George'un en önemli eksikliği kekeme oluşu ve heyecandan topluluk karşısında konuşamaması. 

Bu özelliğinden dolayı da hep geri planda kalan VI. George, abisinin krallığını sonuna kadar desteklese de, İngiliz Hükümeti ve Kilise desteklemeyince zor durumda kalmış ve istemeden de olsa Kral olmuş. Kekemeliği halk tarafından da bilinen ve açılış konuşmalarında yaşadığı sıkıntıdan dolayı İngiliz Halkında bir moral bozukluğu da görülmüş, tam da Adolf Hitler'in en büyük tehlike olduğu anda bu durum bir çok İngilizi rahatsız etmiş.

İşte bu anda devreye Lionel Logue isimli bir konuşma terapisti devreye giriyor. Bir çok tedavi ve doktordan sonuç alamayan VI. George'u, çok farklı yöntemler ile tedavi ediyor. Aslında kekemeliğinin heyecandan öte, kendine olan güvensizliğinden kaynaklandığını gösteriyor ve VI. George Kraliyet tacı giydikten sonraki yaptığı o meşhur RADYO konuşmasını hiç kekelemeden yapmasını sağlıyor.

Gerçekten filmde o sahneler muhteşem aktarılmış. Ölene kadar da Kral ile terapisti dostça yaşıyorlar. VI. George ise çok iyi bir kral oluyor, savaşta İngiltere'nin en önemli moral kaynağı oluyor ve çok karşı çıkılmasına rağmen, Churcill'i destekliyor.

COLIN FIRTH, muhteşem gerçekten muhteşem oynuyor, zaten Altın Küre'de En iyi Erkek oyuncu ödülünü aldığı gibi bu seneki Oscar'ın da en önemli adaylarından. Yine Altın Kürede En iyi erkek yardımcı oyuncu ödülüne aday gösterilen Geoffrey Rush oldukça iyi oynuyor. Filmde sahneler, dekor, çekimler bence çok güzel tasarlanmış ve çekilmiş. Colin Firth zaten bir çok filmde çok başarılı bulunmuş bir oyuncu ama bu sefer tavan yapmış, diğer Oscar adaylarını henüz bilmiyoruz ama bu kadar güzel bir filmi uzun zamandır seyretmemiştim.

Son söz olarak; Filmin en önemli mesajı kralların da insan olduğunun, ağlayabildiğinin, heyecanlanabileceğinin ve kekemeliğinin getirdiği güvensizlikleri yaşayabileceğini göstermesi diyeceğim. Biz de kopan fırtınalara bakıyorum da, acaba bu kekemeliği veya ağlamayı biz filmlerimizde dile getirsek neler olur, uzağa gitmeye gerek yok, Mustafa filminde kopan gürültüyü anımsayın.......

Sevgilerimle,
Haluk
26.01.2011 08:30

16 Ocak 2011 Pazar

Sünnet Gölü ve Fatih ....

2007 senesinin Ocak ayında Pınar ile birlikte Türkiye Gezi kitabından bulduğumuz SÜNNET GÖLÜ'ne gitmiştik. O zaman kar varve yollar oldukça kötü olmasına rağmen Sünnet Gölü'ne vardığımızda her şeyi unutmuştuk. İnanılmaz bir doğa, muhteşem bir hava ve çok güzel bir tesis. Üstüne bir de akşama şok geçirerek izlediğimiz FATİH'in Canlı performansı. Döndükten sonra da hem fotoğrafları web sitemde yayınladım, hem de arkadaşlarıma, çevreme anlattım. Daha önce de gidenler varmıi, sonra başladık Sünnet Gölü gezileri düzenlemeye, benim de organizasyonun da olduğum ilk geziden sonra da Özgür ve Gökhan hala Sünnet Gölü gezilerini dönem dönem tekrarlıyorlar.

Bu hafta sonu da nostalji yapalım dedik ve Pınar ile tam 4 sene sonra hemen hemen aynı zamanda tekrar gittik, bu sefer kar yoktu, ben daha önce görmüştüm ama Pınar görmemişti karsız halini. Bir DOĞA ŞAHESERİ gerçekten Sünnet Gölü. Gitmeyenler varsa mutlaka gitmeli ve görmeli, ama günü birlik değil, çünkü Sünnet Gölü'n de doğa harikası kadar bir harika sanatçı da var, FATİH, soy adı yanlış bilmiyorsam ACAR ama çokta önemli değil. Fatih ile eğlenceyi yaşadıktan sonra kendinize şu soruyu soracağınıza eminim, eğer bu eğlence ise, benim bugüne kadar yaptıklarımın adı neydi? :))

Biraz Sünnet Gölü hakkında bilgi vereyim.Sünnet Gölü Göynük'e bağlı. 1020 metre yüksekte. Sünnet Gölü dar ve derin bir vadinin heyelan sonucu yıkılması ile oluşmuş. Büyüklüğü 18 hektar civarı. Özellikle Gölün çevresinde bulunan karaçamların yanı sıra, çevresinde kızılcık ve kekik bol miktarda bulunmakta. Burası SIT alanı ilan edildiğinden sadece bir tane otel var. Mudurnu Doğal Yaşam Oteli. tesis açısından gayet güzel, web sitelerinden görebildiğim 45 oda ve 125 yataklı bir yer. Odalar gayet temiz. Tesis ayrıca kalan misafirleri için bir çok şeyi düşünmüş, oyun salonları, masa tenisi, langırt gibi boş zamanınızı değerlendireceğiniz bir çok etkinlik mevcut.

Aslında katılıma bakarsanız daha çok şirketler çalışanlarını orada ağırlıyor, bu hafta bir tekstil firması oradaydı, çalışanları ve eşleri ile, haftaya da Turkcell'den bir grup komple kapatmış tesisi. Yürüyüşe çıkmak ve bolca oksijen toplamak burada yapacağınız en güzel şey. Gölün çevresinde yürüyebildiğiniz gibi arzu ederseniz hemen dağın eteklerinden yukarıya da çıkabilirsiniz. Yine çevrede Sıcak Su Kaplıcaları var, yakın mesafede olanlara ulaşabilirsiniz. Göle girmek yasak.

Ulaşım ise oldukça kolay, bir kaç farklı yoldan ulaşma şansınız var  ama en kolayı, TEM den Akyazı- Mudurnu çıkışından çıkıp, Mudurnu tabelalarını takip etmeniz, ben Ortaköy'den Sünnet Gölüne yaklaşık 3,5 saatte gidiyorum.

Fiyatlar da pahalı sayılmaz, geceliği kişi başı 120 TL - yarım pansiyon. Arzu eden google'dan sünnet gölü yazdı mı zaten bilgiler çıkıyor. Gittiğinizde gerçekten bir doğa şaheseri ile karşılaşacaksınız.

Gece eğlencesi ise hepsinin üstünde. Yukarıda dediğim gibi EĞLENCE ne demek, bunu artık Fatih'le yaşamayanın bileceğini sanmıyorum, bu konuda son derece iddialıyım :)) Fatih'i daha önce gidip dinleyen arkadaşlarımın da evet haklısın dediğini duyar gibiyim. Saat 20:00'de programa başlayıp, saat 04:00'te bırakıyor ve aldığı sadece onar dakikalık üç mola. Yavaş müzikten, hızlı müziğe, şarkıdan türkiye, popdan latine, bölgesel türkülerden oryantele kadar ne isterseniz o. Sahne performansı ile 4 senedir her Cumartesi Fatih Sünnet Gölü'nde ....Tavsiyeme bir hafta sonu uyun derim :)

Sevgilerimle,
Haluk
16.01.2011 19:30

15 Ocak 2011 Cumartesi

Teşekkürler BUMERANG ailesi ....

Bundan bir kaç gün evvel, yazılarımın yayınlandığı BUMERANG ve YAZARKAFE'nin Facebook sayfasında bir ileti gördüm, Athena'nın Unplugged konserine bedava bilet kazanmak için blogunuzla kaydolun, çekilişe hak kazanın gibi bir şey diyordu, baktım herkes blog adresini Facebook'ta gönderiyor, hadi dedim ben de Bumerangcıyım ben de göndereyim dedim ve gönderdim.

Ertesi gün Facebook sayfamda Bumerang'tan gelen bir ileti, Athena konserine bileti Haluk İlhan kazanmıştır. Nasıl sevindirik oldum anlatamam, çünkü ben genelde hiç bir şey kazanamayanlardanım. İdda oynarım yatar, Süper Loto'da bir şey çıkmaz, Milli Piyango'da hayatımda son 2 rakamdan fazlasını tutturmadım, çekilişlerde en minik hediyeler hep bana çıkar. Bu sefer sanki milyon kişi blogları ile müracaat etmişte ben kazanmışım gibi sevindim. Hemen Pınar'ı aradım Cuma gecesine Athena konserine bilet kazandım, gider miyiz dedim, hani gitmezsek birilerine vereceğim, gideriz dedi.

Bumerang bu arada o kadar profesyonelce çalışıyor ki, çekilişten önce katılanlar bumerangın verdiği bir maile adreslerini de bildiriyorlar. Ertesi gün kargo geldi, biletlerimi göndermiş Bumerang. Neyse konser bugün, yani Cuma günü, gerçi ben bunu yazarken Cumartesi oldu ya, önemli değil. Pınar ile buluştuk. Önce nereye? Tabi ki MERCAN ve o muhteşem Kokoreç - Midye Tava ve Bira üçlüsü. Bayılıyorum Mercan'da kokoreç ve biraya. Sonra ver elini Asmalı Mescit. Sokaklar nasıl güzel, nasıl dolu.

Bir de bugünün bizim için önemi var, 50. ayımızı tamamladık bugün, Bumerang sayesinde onu da Athena ile kutlamış olduk :) 

Asmalı Mescitte de biraz biralandıktan sonra sıra Babylon'a geldi. kalabalık ama kapılar açılmamış durumda, saat 22:00 yazıyor biletin üstünde, biz de konser saati sandık ama kapıların açılma saatiymiş, neyse girdik içeri, ortam güzel, harika bir müzik, alt tarafta izdiham olacağını düşünerek üste çıktık, bir saat sonra da Athena sahnesini aldı ve çok güzel bir konser verdi. Biz hepsini dinleyemedik ama kalabalık biz giderken coşmuştu zaten.

Bumerang ve Yazarkafe ekiplerine çok teşekkür ediyorum. Pınar'a da esprisini yaptım, ilk defa dedim yazı yazdığım için bir şey kazandım :)) Umarım devamı gelir.

Sevgilerimle,
Haluk
15.01.2011 00:25

10 Ocak 2011 Pazartesi

Facebook filmi - " Social Network "

Biraz geç oldu ama sonunda FACEBOOK'un nasıl kurulduğunu anlatan " Social Network " filmini seyrettim. Açıkçası çok etkilendiğim sahneler olmadı değil, ancak şunu itiraf etmeliyim ki, bu kadar detayı bilmiyordum ve şaşırdım. Özellikle Marc Zuckerberg'in bu fikrinin çalıntı olduğunu bilmiyordum, gerçi bu çalıntı fikre ödediği para da az değil ama kazancını düşünürsek sanırım devede kulak durumu. Tabi bir de bu olayların döndüğü anda abone sayısının bu kadar fazla olmadığını düşünürseniz, yine de 65 Milyon Dolar ödemesi, aslında bir anlamda suçunu kabul ettiğini gösteriyor.

Filmin sonunda 207 ülkede, 500 milyon üyesi olduğu söyleniyor. Doğrudur. Geçen gün otobüsle bir yere gidiyorum, yanımda, önümde, arkamda herkesin elinde cep telefonu ve facebook'talar.

Bu sadece Türkiye'de değil, Dünyanın bir çok ülkesinde aynı. Herkes facebook'ta paylaşımlar da bulunuyor.

Düşünsenize Bankalar, Gazeteler, Televizyonlar, Firmalar, aklınıza ne gelirse, kim gelirse Facebook'a üye.

Peki ama Facebook'u bu kadar cazip kılan, kuran kişinin bile hayal edemeyeceği noktaya getiren şey ne? Bir gereksinim miydi de birdenbire herkes üye oldu? Hayatımıza farklılıklar mı getirdi de vazgeçilemiyor, hatta vazgeçilemediği gibi gün geçtikçe büyüyor? Bu kadar büyürken ve vazgeçilmezken neden hala bedava? Bugün facebook üye başına ayda 1 TL dese, içinizde bu üyeliğini donduracak kişi var mı? Hiç sanmıyorum...

Filmi seyrederken aslında Facebook'un yaratıldığı dönemde bir çok başarılı programlar var, Myspace gibi. Hatta, benzer okul arkadaşlarını bul, sevgili bul, hayat arkadaşı bul gibi programlar var. Bir çok arkadaşım anımsayacaktır, Siberalem sitesini mesela, bir kaç yıl içinde üye sayısı milyonlara ulaşmıştı. Veya yine bir çoğumuzun da kullandığı cember.net'i düşünün. Kısa zamanda nasıl büyüdü. Sanırım Facebook'un en önemli avantajı kolay kullanımı ve ücretsiz olması. Üyelerden ücret talep etmeden size bir çok farklı seçenekler sunuyor.

Aslına bakarsanız Facebook'un da bugünkü çöpçatan sitelerinden hiç bir farkı yok, her şeyiniz orada, kimliğinizden ailenize, iş yerinizden sevgilinize, gezilerinizden etkinliklerinize kadar. Zaten bu amaçla hazırlanmış, filmin çıkış noktasını Marc  Zuckerberg her ne kadar beğenmemişse de, işin aslı erkeklerin ve kızların birlikte yarattıkları bir sevgili ortamı olarak düşünülmüş, o yüzden önce okullar ve kolejler hedef alınmış. 

Sonuç; filmin işlenmesi, gelişimi gerçekten güzel, özellikle napster'in kurucusunun da facebook'un gelişiminde bu kadar önemli bir rol oynadığını öğrendim. Bence en önemli noktalardan birisi, napster'in kurucusunun ilk toplantıda Marc Zuckerber'ge " The Facebook " yerine " the " yı kaldır " Facebook " yap önerisi, oldukça güzel olmuş. Bunun da ötesinde yine beğendiğim sahne son sahnesi, yaşı daha 22 23 olan gececik bir milyarderin, hala faceboook sayfasıında yer alan eski kız arkadaşına arkadaşlık teklif etmesi ve kabul edip etmediğini heyecanla beeklerken sürekli sayfayı yenilemesiydi :)

Sevgilerimle,
Haluk
10.01.2010 12:00

3 Ocak 2011 Pazartesi

Çelişkiler Yumağı .....

Biz İNSANOĞLU ne kadar garibiz, tam bir Çelişkiler Yumağı .... Çok sevdiğim bir dostumu kaybettiğim bir günde bu çelişkiyi çok daha güçlü hissettim ve yazmak istedim. Sevgili dostumun vefatını öğrendikten sonra arkadaşlarımı da bilgilendirmeliyim diye düşündüm, yazdım, sağ olsun bir çok arkadaşım yorum yazdı, İsmail'e tanımasalar bile rahmet dilediler, bir kaç arkadaşım da eminim benim gibi kendisini dinleyerek yapmaması gereken ama yaptığı şeylerden duyduğu üzüntüleri yazdı, örneğin; sigara içmek gibi....

Babamla konuştuğumda " ne o üzgün geliyor sesin " dedi, kısaca anlattım, ilk sorusu,  "sigara içiyor muydu " oldu,  "evet " dedim,  " içiyor "...biraz duraksadı, " sen hala içiyorsun değil mi " dedi, o an baktım, elimde bir sigara var, kül tablası da boş sayılmaz,  " keşke içmesen " dedi,  " ben sizleri üzmemek için sigarayı bir anda bıraktım -ki babam sigara içtiğinde günde ortalama 3 4 paket uzun Maltepe içerdi, sizler hastane köşelerinde benimle uğraşmayın diye bıraktım, biliyorum sözle olmuyor ama bari daha az iç " dedi...kapadık telefonu ....Blogu Görüntüle

Çelişki bu değil, çelişki ben aman her şeyin başı sağlık, yapmayın etmeyin sağlığınıza dikkat edin diye yazarken, diğer taraftan elimde sigara ile bunu yapıyor olmam. Bunun mantıklı bir açıklaması olabilir mi? Bu ne kadar büyük bir çelişki. Bu çelişkiyi belki çok etkilendiğim için sağlık ile pekiştirdim ama dikkat edin lütfen, yaşamımız çelişkiler ile dolu. Yapmamız gereken ne varsa yapmayıp, başkalarına yap diye akıllar vermekte üstümüze yok.

Kendi ilişkisini veya ilişkilerini yürütemeyen insanlar, başkalarına ilişkiler hakkında ders veriyor, hatta kitaplar yazıyor. Aldatılmayı namussuzluk olarak görüp, cana kıyanlar, aldatmanın dik alasını kendileri yaşıyorlar. Ne sevgimizi doğru dürüst anlatabiliyoruz, ne yaşamımızı istediğimiz gibi yaşayabiliyoruz. Çelişkilerimizi içten yaşıyoruz ama çoğu zaman bu çelişkiler bizim yaşamımızı olumsuz etkiliyor. Bir yakın arkadaşımız, bir akrabamız vefat ettiğinde, cenazesine gidip te " işte, her şeyin sonu bu, neden ve niçin bu kadar sıkıyorum kendimi, sinir stresim neden, bundan sonra böyle yapmayacağım, hayatımı yaşayacağım, bir şeyi takmayacağım " demeden dönen var mı içimizde.

Neden olmuyor peki? Neden kendimize bile dürüst değiliz? Bu kadar zor mu gerçekten mesela sağlıklı yaşayabilmek için sigaradan vazgeçmek, ya da dünya kadar para harcarken bir check-up için para ayıramamak, veya sevdiğimizi birilerini kaybetmeden söylemek, sinir-stres yapan şeyleri yaşamımızdan uzak tutabilmek için savaşmak, olmayan şeyleri hayal edip isteyeceğimize, elimizde olanları en güzel şekilde kullanıp yaşayabilmek bu kadar mı zor?

Daha kolay olmasının bir yolu olmalı...Kendimizi mutlu etmekten ve bu mutluluğu paylaşmaktan bu kadar çabuk vazgeçmemeliyiz, bunlar için bir şeyler yapmalıyız ve bu yaptıklarımızla örnek olmalıyız. Bunları yazdım, yazıyorum da ne kadarını kendim uygulayacağım bilmiyorum ama bu çelişkiler yumağı içinde yok olup gitmeyeceğim, bu kadar kolay olmayacak ..........

Sevgilerimle,
Haluk
03.01.2001 23:30

İsmail Erkan Tolay'ın ardından ......

Bu akşam benim için gerçekten çok üzücü bir akşam oldu. Bir süredir hastanede yoğun bakımda ölümle pençeleşen arkadaşım İsmail Erkan Tolay akşam üzeri vefat etti. Çok ama çok üzüldüm, 1999 - 2004 seneleri arasında görev yaptığım Biobak'tayken tanıdığım İsmail yok artık. hem de henüz bu kadar genç yaşında, henüz arkada bir çok yapılmayı bekleyen şeyler varken onları yapamadan gitti. Kim bilir ne hayalleri vardı önümüzdeki yıllar için, geleceği için, biz sevenleri için. Sayfasına bakıyorum da, ne kadar çok seveni var, dostu, akrabası, arkadaşları. Demek ki hayatta hep ne olduğunu bilerek durmuş, yıllar öncesinde birlikte çalıştıkları arkadaşlarını, dostlarını, sevdiklerini hiç unutmamış.

1999 senesinde Biobak Teknik Servis Müdürlüğüne atandığımda Biobak Teknik Servis'nde tecrübeli Ağabey olarak görev yapıyordu. Bir çok arkadaşım kim bu Haluk, nereden geldi başımıza diye tepki gösterirken, ilk yanıma yaklaşan ve benimle kontak kuran kişi İsmail olmuştu. Onun da bir dönem Netaş'ta çalışıyor olması ve insanlara ön yargısız bakan tecrübesi grupla kaynaşmama ve o ön yargıyı kırmam da bana çok yardımı olmuştu. Daha sonra 4 yıldan fazla birlikte çalıştık. En önemli konularda her zaman destek oldu. Biz onu her zaman yerinde duramayan İsmail olarak tanıdık, sevdik, yine her zamanki gibi yerinde duramadı.

İsmail Erkan Tolay, çalıştığı şirketlerin tamamında çok güzel izlenimler bırakarak ayrıldı. IT tecrübesi ile Türkiye'nin ender bilgili sahiplerinden birisiydi. Birlikte katıldığımız toplantılarda gördüğü saygı ve sevgi zaten bunun hep kanıtı oldu. Bunun yanında inanılmaz bir sosyal çevresi vardı. TAROT onun vaz geçilmeziydi, bir diğer vaz geçilmezi de Teknolojiye olan hayranlığının yanı sıra, kaybettiği, unuttuğu telefonlardı. En yeni çıkan telefonları biz onda görürdük, ne yapar eder mutlaka bir tane hemen edinirdi, biz de onun sayesinde öğrenirdik teknolojik aletleri.

Biobak grubunda eğer bugün hala bir çok kişi konuşabiliyor ve görüşebiliyorsa bunu büyük ölçüde İsmail Erkan Tolay'a  borçludur. Bitmek bilmeyen enerjisi ile Biobak'ta çalışmış veya halen çalışmakta olan herkesi her iki üç ayda bir toplamaya çalışırdı, bir çoğunda da çok başarılı oldu. GARDEN CAFE toplantıları, yemeklerini aramızda bilmeyen yoktu. Bu kadar insanları seven, bu kadar doğayı ve gezmeyi seven birisiydi İsmail. Bir çok genç için HOCA idi, öğretir ve asla öğretmeden sıkılmazdı. Siyaset konusunda da bilgiliydi, son hazırlamış olduğu Demokrasi.org bunun en güzel kantıydı.

Sevgili İsmail, senin için bir çok şey yazabilirim ama şu anda sadece sana güle güle diyorum, biliyorum ki mekanın CENNET. Bu satırlarımı yazarken seninle birlikte geçirdiğimiz 4 sene ve sonrasında aralıklı da olsa buluşmalarımızı düşünüyorum. Sen çok ama çok iyi bir dost oldun, her zaman, her yerde. Bunu iyi bil dostum, yarın İstanbul dışında olduğumdan yanında olamayacağım, Seni çok seviyorum dostum....Güle güle

St.Antuan, GS, İki Kıta ve Rum Mimarlar Sergisi ....

Pera Müzesinden çıktıktan sonra Odakule'nin oradan çıkıp Taksim'e doğru yürüyelim dedik. Tabi İstiklal Caddesi almış başını gidiyor, inanılmaz bir kalabalık var. Hava da biraz soğuk ama yine de yağış olmaması yüzünden sanki herkes kendisini dışarı atmış. Yavaş yavaş yukarıya doğru ilerlerken sağımıza solumuza bakıyoruz.

Pazar günü olmasına rağmen dükkanların hepsi açık, hatta alışveriş tam gaz devam ediyor diyebilirim. Biz de kalabalığa karışmış giderken her zaman gitmek istediğim ama önünden ne zaman geçsem kapalı olduğunu gördüğüm St. Antuan kilisenin açık olduğunu gördüm.Pınar'a hadi ziyaret edelim dedim.

Dışarıdan devasa bir kilise gözüken St. Antuan kilisesi aslında İstanbul'un en büyük ve cemaatı en geniş olan Katolik Kilisesiymiş. 1725 yılında inşa edilmiş, ancak bugünkü yapısına - yani kırmızı kiremitli yapısına - 1902 yılında başlanmış ve 1912 yılında hizmete girmiş.İstanbul doğumlu İtalyan Mimar Giulo Mongeri tarafından son haline getirilmiş.Kilise aslında gelir getirmesi amacıyla yan yana ve birbirine geçiş yapılabilen iki apartman arasından giriş yapılmak üzere tasarlanmış.Kilise İtalyan rahipler tarafından yönetiliyormuş.

İlginç bir noktası da var, Laikliğin kabulünden sonra Kilise dışında dini kıyafetler yasaklanmış, yani sokakta veya çevrede hiç bir dini kıyafetli rahip görmeniz mümkün değil, sadece Kilise içinde hizmet verirken giyiyorlarmış bu kıyafetlerini.

İçerisi Noel nedeniyle süslenmiş. Pazar günü olduğu için oldukça kalabalık olduğunu söylemeliyim. Eğer bu tarz yerleri gezmeyi seviyorsanız, bence zaman ayırın ve gidin mutlaka gezin.

Özellikle mimarisi olağanüstü. Çok beğeneceğinize eminim.

St. Antuan'dan çıktıktan sonra Taksim'e doğru devam ettik. Galatasaray Lisesine oralara geldiğimizde şimdi Müze olan eski PTT binasında bir sergi olduğunu gördük. İki Kıta, İki Yaka diye bir sergi. Ona girelim bakalım neler var derken, daha önce bilmediğim ve hiç fark etmediğim bir şeyi de fark ettim. Galatasaray Sanat Merkezi. Aynı Pera Müzesi gibi, bu binada beş katlı, en üst katta İKİ KITA sergisi var, sonraki katlarda ise Galatasaray Tarihi ve Galatasaray Lisesi Müzesi var. Bir Galatasaray'lı olarak buranın adını daha önce hiç duymadığıma ve gezmediğime inanamadım, bu ayıbı da ortadan kaldıralım dedim.

İki Kıta, İki Yaka resim Sergisi hakkında söyleyebileceğim tek şey, MÜKEMMEL olacak. İstanbul'u resmeden o kadar çok başarılı fotoğraflar var ki. Ben de fotoğraf çekmeyi seviyorum ama çok amatörce, profesyonel çekimlere hayran kalmamanız imkansız.

Her iki yakadan çok başarılı eserler yer alıyor sergide. Boğaz Köprüsü, Balıklar, Martılar, İnsanlar...yani ne ararsanız var. Sanırım çok fazla duyuramamışlar veya sadece fotoğraf meraklıları biliyor, çünkü o kadar güzel fotoğraflar var ki, daha çok insanın gezmesi gerektiğini düşünüyorsunuz.

Sonraki katlar ise GALATASARAY'a ait. Tarihi, kupalarından bazıları, Galatasaray Lisesi. ben Metin Oktay'ın bal mumundan yapılmış heykelinin burada olduğunu bilmiyordum, keza Ali Sami Yen'in de bal mumundan yapılmış heykeli burada. Müzede sporun yanında eski tarihi bir sürü belge, magazin bilgileri de yer alıyor. Daha sonra da Galatasaray Lisesinin kuruluşu, savaş zamanları ve bugüne kadar ulaşan tarihi hakkında bilgiler veriliyor.

Bir Galatasaray'lı olarak gurur duydum, gerçekten çok eskilere dayanan ve başarılarla dolu bir kurum Galatasaray. Gezmeyen Galatasaray'lı arkadaşlarıma da şiddetle tavsiye ediyorum.

Sanat Merkezinden de çıktıktan sonra Taksime doğru ilerlemeye devam ettik, bu sefer solumuzda kalan Yunan Konsolosluğu'nun önünden geçerken şöyle bir afiş dikkatimizi çekti. BATILAŞAN İSTANBUL'un RUM MİMARLARI sergisi. Baktık sergi Yunan Konsolosluğu'nun içinde ve ücretsiz. Ona da girelim dedik ve girdik. Bugün bir çoğunu bina olarak bildiğimiz neredeyse bir çok yapının altında İstanbul'un rum mimarları olduğunu gördük. Örneğin Çiçek Pasajı, ve bunun gibi bildiğimiz bir çok eserin altına mimar olarak imza atmışlar. Tabi seneler seneler önce attıkları bu imzalardan bir çoğu yıkılmış ama ayakta olanlar da var. Ben çok başarılı buldum  sergiyi, gezmenizi tavsiye ederim.

Sonunda İNCİ'de günü noktaladık. Sizi bilmem ama benim tatlı ile aram olmamasına rağmen İncinin profterol'üne hayır diyemedim. Zaten başka hiç bir şey yemenize gerek yok, içerisi ana baba günü ve bir kişinin içeride profterolünü yiyip limontasını içmesi en fazla beş dakikasını alıyor. Ellerinde ayakta yiyenleri saymıyorum. Sonuçta oldukça keyifli bir Pazar günü geçirdik, görmek istediğimiz yerleri gördük, hatta fazlasını gördük diyebilirim. Arada böyle plansız, programsız sokağa çıkıp spontane gezmek güzel oluyor :)

Sevgilerimle,
Haluk
03.01.2011 12:30